Aslında amacım yeni kahramanım Wasef Hamad’dan bahsetmek. Ama önce ufak bir gezintiye çıkalım istiyorum

Aslında amacım yeni kahramanım Wasef Hamad’dan bahsetmek. Ama önce ufak bir gezintiye çıkalım istiyorum.
“Yıllar önce anlamıştım ki, yeryüzünde olası bir cehennemin tohumunu içermeyen hiçbir şey yoktur; bir yüz, bir kelime, bir pusula, bir sigara reklamı onları unutamadığı takdirde kişiyi çıldırtabilirler.”

İnsanın belleği sayesinde cehennemini de sürekli yanında taşıdığını anlatan bu sözleri, Jorge Luis Borges, Deutsches Requiem adlı öyküsüne taşıdığı İkinci Dünya Savaşı sonrası esir alınmış üst düzey SS subayı Otto Dietrich zur Linde’ye kurduruyor.

Borges’in dünya tarihinin en iyi öykücülerinden biri olarak kabul edilmesinin, yalnız anlatım biçimindeki özgünlük ve metinlerinin zenginliğinden değil, edindiği dertlerin sahiciliğinden de kaynaklandığını düşünürüm. Borges derdini takip eder, hem kendi içinde hem de dışında onun izini sürer, anlamaya çalışır ve bunu on yıllar boyunca durmaksızın yapar.
Yukarıda bahsi geçen Deutsches Requiem, 1946 tarihli bir öykü. Bundan 3 yıl sonra yayımlanan Zâhir’de, eşsiz güzellikte bir parayı bir kez gördükten sonra tüm hayatını bu parayı düşünerek geçiren birini konu edinerek bellekle-hatırlamakla olan derdini tekrar anımsatır.

Borges, Funes ve Sonsuz Bellek’te de gördüğü her şeyi ve yaşadığı her anı en ince detayına kadar anımsayan Funes’in öyküsüyle belleği bir tür lanete benzetir.
Aradan on yıllar geçer ve 1975’te yayımlanan Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi’yle okullarda “kuşku ve unutma sanatının” öğretildiği bir ütopya kurmuştur artık. Borges’in bellekle girdiği hesaplaşma başka onlarca yapıtında da ufak detaylar halinde görünür.

Peki bu büyük yazarın hatırlamayı cehennemle eş tutması, insanın en ağır yükünü hafızası olarak görmesi günlük yaşantımızda nereye denk düşer? Bu anlatı bende hep savaşlara karşılık gelen bir anlam bulmuştur.

Bazen savaştan kaçan bir çocuk yüzü, bazen akşam haberlerinde gördüğüm yıkık bir binanın üzerindeki kurşun delikleri, bazen savaşa dair atılmış bir gazete manşeti günlerce kafama takılı kalır, unutamadığım ölçüde geçirdiğim tüm zamanı kanserli bir hücrenin bedeni sardığı gibi sarar ve beni kımıldayamaz hale getirir.

Emir Kusturica’nın Underground filmindeki bir sahne de bunlardan biri. Düzensiz aralıklarla anımsar, bulabildiğim her açıdan üzerine düşünürüm. İkinci Dünya Savaşı sırasında Belgrad’daki hayvanat bahçesinin bombardıman altında kaldığı sahneden bahsediyorum. Bombalar kafesleri parçalamakta, hayvanların çoğu can çekişerek ölmektedir. Tam sahnenin kapanışında bir kaplan ve bir kazı yıkıntıların arasında yan yana oturmuş, birbirlerine bezgin hamlelerle sataşırken görürüz. Benim aklıma kazınan an tam da burası.
Uzun süre bu sahneyi, Kusturica’nın absürt öğelerle bezeli anlatısına ufak sürreel bir katkı olarak yorumlamıştım. Ancak geçtiğimiz günlerde Huffington Post’ta rastladığım bir haber hem sahne hem gerçeklik üzerine kurduğum algıyı sert bir darbeyle genişletti.

Haberin konusu İsrail bombardımanı altındaki Gazze Hayvanat Bahçesi. “Zayıf düşmüş, travmaya uğramış, aç hayvanlar Gazze karmaşasının son kurbanları” diyor.
Bir dizi fotoğraf var. Yanmış babun cesetleri, bir deri bir kemik aslanlar, aynı kafeste yaşamak zorunda kalmış bir kaz ve bir antilop, paramparça olmuş kafesler...
Ve Wasef Hamad. Tarumar olmuş hayvanat bahçesi bekçisinin hayvanlara yemek taşırkenki bir fotoğrafı.

Haberi göreli bir haftayı geçti ve Wasef Hamad üzerine aklımdan kurgu yapmadığım tek gün yok. Hemen hemen her gün bombaların düştüğü bir hayvanat bahçesinde canı pahasına hayvanlarla ilgilenmeye devam eden Hamad. Bir eski zaman kahramanı gibi. Haberde Hamad ile ilgili yalnızca sarf ettiği “Hayvanların yarısından çoğu öldü” cümlesi var. Başka bir bilgi içermiyor. Ancak benim Hamad’ı zihnimde kahramanlaştırmam için bu kadarı yetti.

Belki de Hamad başka çaresi olmadığı için hayvanların yanında kalmaya devam ediyor? Belki tek derdi geçim sıkıntısı? Hamad acaba HAMAS’ı mı destekliyor? Ailesi ne durumda? Korkmuyor mu o hayvanat bahçesinin tepesinden uçaklar geçerken? Duygusal bağ kurduğu hayvanlar öldüğünde ne hissetti acaba?

Bunlar ve çokça başka soru daha. Underground’ın belleğimdeki yerini şimdi Gazze hayvanat Bahçesinin bekçisi aldı.

Hafıza gerçekten insanın en ağır yükü çoğu zaman. Kimi hafızasında sevdiği birinin suretini, kimi izlediği bir filmi, kimi okuduğu bir kitabı, kimi almak istediği bir beyaz eşyayı, kimi haber bülteninde rastladığı bir trafik kazası kurbanının vesikalık fotoğrafını, kimi kendisine söylenmiş alelade bir sözü taşır vaziyette yaşıyor.

Tabii çoğumuz bu yükten Borges’in “Asıl amacım aklımı kaçırmamak için bu olayı unutmak olmuştu” cümlesini el yordamıyla rehber edinerek kurtulmak istiyor. Ama ben Gazze Hayvanat Bahçesi’yle Wasef Hamad’ı unutmak istemiyorum.