İçeri odada uyumasından tedirgin olduğumuz çocuk, gençliğine eriştiğinde bizim aklımızda (hayalimizde) ona yakıştırdığımız eğitim ya da işten çok farklı bir noktaya yöneldiğinde daha o doğmadan şekillenmiş olan alarm sistemi harekete geçer.

Hazır değiliz

Çocuklarımız tam bizim istediğimiz gibi olabilir mi? Çocuğumuzun geleceğine ilişkin daha doğmadan kurmaya başladığımız hayallerimizin birçoğundan er geç vazgeçmek zorunda kalacağımızı bildiğimiz halde, bu hayaller bizi yaşatır. 

Oysa psikoloji ve pedagoji bilgimiz çoktur, anne-babalık kursları ve kitaplarını yalayıp yutmuşuzdur. Çocuğumuzun ‘sipariş’ ile kapıya teslim edilecek bir mal olmadığını da biliriz. Özgürce kendi hayat çizgisini seçmesi gerektiğine inanırız. Ona ilişkin dileğimiz sorulduğunda bağımsız olmasını, kendi ayakları üzerinde durabilmesini belirtiriz. Ama ayrılık zamanı geldiğinde, öyle uzun ayrılıklardan da söz etmiyorum, kendi odasına gidip yatması bile bize zor gelir. 

Çocuğun kendi odasında yatmasının modern bir kavram olması, ya da birçok ailenin evinde birden fazla oda bulunmadığı gibi gündelik sosyal gerçekleri dikkate alarak bu ‘ayrılamama’ya akla yakın birçok açıklama bulabiliriz. 

Çocuğa ilişkin hayallerimizden birisi olan ‘bağımsızlık’tan nasıl bu kadar kolayca vazgeçtiğimizi anlamak, çok arzu ettiğimiz durumun gerçekleşme olasılığının bize neden kaygı verdiğini anlamak için davranışlarımızın kökenlerinin belirlendiği evrimsel noktalara bakmayı denemek de bir yoldur. 

Çocuğun henüz hazır olmadığını düşündüğümüz ya da hissettiğimiz noktalarda, o andaki hazır olmamışlık kadar, çocuğun hiç bir zaman bizden uzaklaşmaya hazır olmayacağına olan nedenini anlamadığımız bir inanç da etkindir. Bu inancın izini süren düşünürlerden Sapolsky ve Dunbar gibi isimlerin öne çıkardığı açıklamada insan yavrusu, diğer canlıların yavrularından farklı olarak, dünyaya geldiği anda bağımsız yaşamaya hazır değildir. Bu ‘hazır olmamışlık’ insan anne-babanın davranış repertuvarını on binlerce yıl sürecek bir biçimde etkiler. 

Doğadaki birçok canlı için yavrunun kendi ayakları üzerinde durması ya da kendi kanatlarıyla uçması saatler ile günler arasında değişen bir zaman alırken, insan yavrusunun aynı noktaya gelmesi yıllar sürer. Anne karnından ‘ayrıldığında’ henüz olgunlaşmasını tamamlamamış sistemler arasında insan beyni başta gelir. Beynin hayatın kompleksitesine yetecek çapa ulaşması beklenseydi, anne karnından ‘hiç çıkamayacak olması’(doğum kanalını çevreleyen kemik yapının nitelikleri gereği) bu ‘dünyaya hazırlıksız geliş’in açıklamalarından birisidir. 

Sebebi ne olursa olsun, hayata (ve kompleksitelerine) hazır olmayan birisini bir türlü bırakamama (ve ne zaman hazır olacağından, hazır olup olmadığından emin olamama) davranış kodlarımıza ‘çocuğa ilişkin kaygı’ olarak geçer. Türümüzün yok olmadan güvenli bir şekilde sürüp gitmesine dönük her davranış gibi bu işlem genetik kodla sağlamlaşır. İster içeri odada yatmaya gitsin, isterse büyük şehre okumaya, ‘acaba hazır mı?’ sorusuna denk gelen bir tedirginlik içimizi kemirir. 

Biyolojik yapımızdaki ‘kaygı ve alarm’ sistemi sadece kendimize değil türümüzün (soyumuzun, ailemizin) varlığının devamına dönük olarak da çalışır. İçeri odada uyumasından tedirgin olduğumuz çocuk, gençliğine eriştiğinde bizim aklımızda (hayalimizde) ona yakıştırdığımız eğitim ya da işten çok farklı bir noktaya yöneldiğinde daha o doğmadan şekillenmiş olan alarm sistemi harekete geçer. Hayaldeki rotadan sapan çocuğun annesi ve babasının hayattaki rolleri ve beklentileri görünüşte değişkendir. 

Baba bir kraldır; hanedanın devamı için doğurup yetiştirdikleri prens başka hayallerin peşinde tacını terk edip gider. Kasabadaki küçük işletmeyi devralıp işleri büyütsün diye büyük kente yollanan oğul ya da kız gittiği kentte yerleşir, geri dönmez; kasabayı gözü görmek istemez. İsimler hayalleri, ya da daha doğru söylemek gerekirse, isimlerin konduğu dönemlerde anne-babanın hayallerini yansıtır. Annesinin adını özene bezene ‘Devrim’ ya da ‘Emek’ koyduğu çocuk büyüdüğünde hızlıca çok para kazanmak ve başkalarının sırtına basarak en yükseklere çıkmak isteyen türden bir CFO vb. olur (Devrim ve Emek’ler kusura bakmayın, güzel adlarınızı örnek seçtiğim için). Belki annesi de yıllar içinde baştaki ideallerini başka inançlarla değiştirmiş, çocuğuna o ismi koyduğuna zaten çoktan pişman olmuştur. Ancak çocuğunun hayatın zorluklarına hazır olup olmadığına ilişkin endişesi bitmemiştir. Bu sefer de çocuk kazandığı statüyü kaybederse kaygısı öndedir.

Ailelerin geleceğe ilişkin konuşmaları sırasında kendini hemen belli eden endişelerinde çocuğun ileride ‘para kazanılacak bir iş’ (‘açlıktan nefesinin kokmayacağı’) yapmaması olasılığı hâkimdir. Geleceğe dönük bir endişe taşıyorsak işlerin kötü gideceğini sanırız, ancak bu henüz kesinleşmemiş, ya da gerçekleşmemiş bir olasılıktır; bir anlamda çocuktan umudun kesilmediğini ve işlerin iyiye gitmesi olasılığına ilişkin beklentilerin de sürdüğünü gösterir.