Türkiye’de dünya ölçeğindeki gelişmelerden bağımsız olmayan biçimde, sermayenin tam ve kesin egemenliğini sağlamak üzere yapılan referandumla, açık faşist bir rejim amaçlanmıştır

Haziran, umudun politikleşme biçimidir

MEHMET YEŞİLTEPE
mytepe1960@gmail.com

“Hayır”ın birleşik sesi,

Karanlığın ve kötülüğün tahakkümüne

Aydınlığın ve güzelliğin itirazıydı.

Bunun için farklı parçalar bir bütün,

Farklı güçler bir bileşke kuvvet oluşturdu.

Diyarbakır, İstanbul’a yaklaştı.

Berkin’in düşleriyle Medeni’nin düşleri

Sahada ve kafada örtüştü.

Referandum sürecinde, gücünü haklılıktan alan ve halkın imkânlarına dayanan bir çalışmanın, dolayısıyla birleşik bir mücadelenin kazanabileceği, zoru başaracağı görüldü. Elbette 'Hayır'ın sahadaki kapsamı her koşulda tekrar etmeyebilecek özgünlüklere sahipti. Ancak mesele basitçe aritmetik bir toplamdan ibaret değil; 'Hayır' çalışması, birleşik mücadeleye, farklı dinamiklerin uyum içinde ortak bir mücadele geliştirebileceğine dair önemli bir deneyimdir; öğreticiliği ileriye taşınabilecek bir kazanımdır.

Sonuçta, var olan dinamiklerin, birikimlerin ve fikri üretkenlik kapasitelerinin bir toplam oluşturabilecek, birbirini çoğaltabilecek şekilde yan yana gelebildiğinde, 1+1’in 3 edebildiği yani bir sinerji oluştuğu, yaratıcılığın da renkliliğin de çoğaldığı yaşayarak görüldü.

Sorgulayıcı enerjiyi yatıştırma yanılgısı

YSK damgalı referandum sonuçlarının meşruiyeti, ilkin ve en doğal biçimde sokakta, halk tarafından sorgulandı. Bu hareketin sorgulayıcı enerjisinin yatıştırılması değil güçlendirilerek çeşitlendirilmesi gerekiyordu. Ancak bunu yapmak yerine, TÜSİAD’ın “vakit kaybetmeden geleceğe bakmanın zamanıdır” çağrısından vazife çıkarmış gibi kimi çevreler konuyu 2019’a taşıma ve tartışmayı oradan sürdürme çabasına girdi.

Üstelik bu süreçte Cumhurbaşkanı partili olacak ve HSYK üyeleri referandumu takip eden sürede bir ay içinde istifa edecek, yerine yenileri seçilecekti. Ayrıca sürekli kılınan OHAL koşulları içinde KHK’ler eşliğinde, sermaye çevrelerinin beklentilerine uygun olarak emeğe yönelik saldırıların devam edeceği, hatta hızlanacağı biliniyordu. Bu konuda atılması gereken adımlar yerine ilgi 2019’a yönlendirildi. Gerçekte bu, bir anlamda gözleri perdeleyip acil görevlerin görülmesini engellemek ve dikkatleri 2 yıl sonrasına çekerek dağıtmaktır.

Yönetememe ve sürdürülemezlik hali

Bir süredir, neoliberalizmin yarattığı yıkımla ve onun politik sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Örneğin dünyada sağ popülizmin yükselişi, sınıfsal duruş ve örgütlenmelerdeki durum, kimlik siyasetinin öne çıkması, örgüt fobisi ve devrim ufkundan uzaklaşma da bundan bağımsız değildir.

Tek tek her ülkede yeni düzenin gerekleri dahilinde biçimlenmekte olan sınıf ilişki ve çelişmelerini anlamak, dünya ölçeğinde kriz koşullarında yaşanmakta olanı anlamaktan geçiyor. Emperyalist kapitalist sistemin kontrolündeki dünyanın artık bu şekilde yönetilemeyeceği ve mevcut durumun sürdürülemeyeceği bir noktaya gelinmiş durumda.

Fransa’da seçilerek gelen Macron’la Brezilya’da senato darbesiyle gelen Temer, İtalya’da referandumu kaybeden Renzi ile Türkiye’de referandumu “kazanan” Erdoğan aynı şeyleri amaçlıyor, programlarının sınıfsal niteliğiyle bir benzerlik oluşturuyor.

Sermaye ile devletlerin görece özerkliği arasındaki makas giderek kapanıyor. Devletler, doğrudan sınıfın devleti, sınıfın dolaysız aracı haline geliyor. Güç dengeleri değişiyor, sınıf ilişki ve çelişmeleri yeniden biçimleniyor. Sermaye güçlerinin elindeki tüm kozları kullandığı bu koşullarda, giderek Avrupa ülkelerinde de burjuva demokrasilerinden bahsetmenin zor olacağı bir sürece giriliyor.

Merkezdeki sağ ve sol partilerin ekonomi politikalarının birbirine oldukça yakınlaştığı bir dönemde Fransa’da alternatif görülen Macron, emekçilerin kazanılmış haklarını gasp eden İşçi Yasası’nın mimarı. Bu nedenle yasa “Macron Yasası” olarak da adlandırılıyor. Yani Macron, AB yanlısı, sermayenin dönemsel politikalarını gözeten bir aday. Diğer bir ifadeyle, birbirine yakınlaşan ve oy kaybeden merkezdeki partilerin geleneksel politikaları Macron’la sürdürülecek. Zaten Ekonomi Bakanı olduğu dönemden kalma iş çevreleriyle yakın ilişkileri var. Bu bağlamda sermayenin istediği doğrultuda kemer sıkma politikalarını hayata geçirmesi bekleniyor.

Bir taraftan sınıfsal çıkarların sermaye güçleri tarafından daha kalın çizgilerle çekildiği, devletin görece özerkliğine bile tahammülün kalmadığı bu süreçte, “ne sağcıyım ne solcu” diyen Macron misali ideolojiler ve partiler üstü görünüm veren adaylar, neoliberal politikaların uygulanabilmesi için yeniden üretilen, güncellenen “çözüm özneleri” olarak karşımıza çeşitli yerlerde çıkabilir.

Emek-sermaye çelişmesinin keskinleşmesine bağlı olarak emeğin kazanımlarına ve imkânlarına saldırının çap ve derinlik büyüteceği bu koşullarda, hedefe konan olgulardan biri de sınıf bilinci olacaktır. Çünkü sınıf bilinci, “sahte çözüm” veya “uzlaşma” masalarından 2019 için cilalanan uzlaştırıcı muhtemel adaylara kadar hemen her konuda tuzağa düşmemenin sigortasıdır.

Nazi örgütlenmesinin güncellenmiş biçimi

Türkiye’de dünya ölçeğindeki gelişmelerden bağımsız olmayan biçimde, sermayenin tam ve kesin egemenliğini sağlamak üzere yapılan referandumla, açık faşist bir rejim amaçlanmıştır. Din, bu konuda kullanılan enstrümanlardan biridir. Ama rejimin temel niteliğini bu değil tekelci sermayenin azami çıkarları belirlemektedir. Egemen sınıflar, böyle bir amaç dahilinde araçlarını bilemekte ve çeşitlendirmektedir.

Öyle görünüyor ki bundan sonra parti ve (partili cumhurbaşkanının yanında partili polis, partili hâkim, partili bekçi gibi) partili olmak, hayatın kılcallarına dek uzanan tam ve kesin denetim için homojenleşmiş tek ses veren bir mekanizma işlevi görecektir. Bu, spor kulüplerinin yönetimini dahi ele geçiren, muhalif hiçbir sese var olma şansı tanımayan Nazi örgütlenmesinin güncellenmiş biçimidir.

Son olarak KHK ile devreye sokulan bekçilik sistemi, toplumun kılcallarına dek denetiminin amaçlandığının, bir muhbirlik ağının örülmek istendiğinin işaretidir. Bu yöntemle, toplumun aydınlığa açılan pencerelerinin karartılması ve soluk alma kanallarının tıkanması amaçlanırken, aynı zamanda demokratik-laik-özgürlükçü düşünen insanların yaşadığı “ekosistem” yok edilmek ve sonuçta tek tip bir topluma varılmak isteniyor.

Böyle bir örgütlenmeye karşı ne yapılması gerektiğine dair, sadece Nazilere karşı geliştirilen mücadelede değil, faşizme karşı direnişin bilinen pek çok örneğinde öğretici deneyimler vardır. Tehdidin yaygınlığı ve çeşitliliği, direnişin de yaygınlığını ve çeşitliliğini gerektiriyor. Bu konuda en somut deneyimin öğreticiliğine de düşsel ve sanatsal boyuttaki yaratıcılığa da ihtiyaç vardır.

'Hayır'ın çeşitliliği ve ittifaklar

'Hayır' zemini, alışılmadık boyutta çeşitliydi; ancak bu çeşitlilik ve daha ötesi, bugün yapılacak olan ittifak çağrısını muğlak veya ilkesiz kılmamalıdır. Örneğin, AKP eliyle adım adım büyütülen siyasal İslam ve gericilik, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin mutlaka laikliği de içermesini gerektiriyor.

Dikkat edilirse bölgedeki savaş ve sürekli olarak savaşa fiilen girebilme ihtimalinin canlı tutulması, AKP tarafından bir iç politika aracı olarak kullanılıyor ve başkanlık gibi adımlara gerekçe yapılıyor.

İşte bu koşullarda, AKP politikaları altında bunalan halk kesimlerine ulaşmak ve temas kurmak için, halkın sorunlarını kapsayan politikalara ve bu politikaların uygulanabilmesine imkân tanıyan araç ve yöntemlere yer verilmelidir. Bunun bilinen en etkili biçimi halk örgütlülüğüdür.

Halk örgütlülüğünün temelinde halka güven, halkla beraber iş yapmak vardır; aynı zamanda bu türden örgütlenmeler halkın özgüvenini büyütmeyi, yaşam alanlarındaki imkân ve potansiyelleri açığa çıkarmayı, dolayısıyla da sözün-yetkinin ve kararın halkta olmasını amaçlar. Halk örgütlülüğü, ihtiyaca göre ortaya çıkar. Bizzat halk tarafından geliştirilip biçimlendirilir. 'Hayır' çalışması, bir fiili platform biçiminde gelişti. Bu nedenle bir halk örgütlülüğünden çok geçici/konjonktürel bir durumdur. Ancak çalışmanın süreklilik kazandırılarak kalıcı kılınması mümkündür, yapılması gereken de budur. Bu, 'Hayır'ın yeni/ek işlevlerle donanmasını veya yerini bir başka adlandırmaya bırakmasını gerektirebilir.

İşçinin, emekçinin, öğrencinin, kadının, Kürdün 'Hayır'ı kalın çizgilerle çekilmiş bir fark yerine, toplanabilir bir çeşitlilik olarak görüldüğünde, ezilenlerin birleşik mücadele zeminini güçlendiren bir devamlılık mümkün olabilir. Bunun sağlanabilmesi, aynı zamanda özgürleşme yolunda önemli bir eşiğin aşılması anlamına gelecek; “ya hep beraber ya hiçbirimiz” bilinci eşliğinde, her ezilen kesimin çözüme salt kendi güç ve imkânlarıyla gitme yanılgısı aşılmış olacaktır.

haziran-umudun-politiklesme-bicimidir-289879-1.

Haziran, umudun politikleşme biçimidir

“Ütopya, umudun politikleşme biçimi, mümkünün kıyısıdır” diyen Ernst Bloch’tan esinlenerek söylersek; Haziran, umudun politikleşme biçimi olmalıdır. Referandum çalışmasıyla umudu ayağa kaldırmış olmak önemlidir ama yeterli değildir; şimdi umudu politikleştirme zamanıdır. Bunun için insanların sorunları üzerinden politik yaşama katılması sağlanmalı, buna uygun araç ve yöntemler geliştirilmelidir. Ancak bu, öyle söylendiği denli basit bir mesele değil; kolektif bir arayışı ve yaratıcılığı gerektiriyor. Bunun için elimizde hazır kalıplar yok ama dünden bugüne uzanan muazzam bir deneyim/birikim söz konusu.

Lenin, İki Taktik kitabına önsözünde “Devrim olayları bize bugüne kadar çok şey öğretti. Ama şimdi sorun devrimin özneleri olarak bizim ona bir şey öğretip öğretemeyeceğimizdir” der. Bu birikim ve deneyim zinciri bugünün devrimcilerine önemli avantajlar sağlarken sorumluluklar da yüklüyor. Tam da bu bağlamda söz konusu birikimin, taşıyıcılarını tek söz sahibi haline getirmediği, kolektif arayış-üretim ve uygulama diyalektiğinin canlı-dinamik bir süreci zorunlu kıldığı bilinmeli, bu gerçeklik dikkate alınmalıdır.