Oğul Yusuf, Freud'un "yineleme zorlantısı" kavramıyla anabileceğimiz bir şekilde travmalarını tekrarlamak, konuşmak isterken baba onu bir tür "helalleşme zorlantısı"na tabi tutuyor.

Helalleşme ve hesaplaşma
Fotoğraf: IMDb

Murat Tırpan

Bu coğrafyanın babalarının kronik reflekslerinden biri çocuklarıyla hesaplaşmaktan köşe bucak kaçmalarıdır. Netflix'te gösterime giren Özcan Alper'in Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğenli Aşıklar Bayramı filminin ana karakteri “hesaplaşmaya izin vermeyen” tam da böyle bir baba. Yıllardır görüşmeyen bir baba-oğul’un çıktıkları yolculukta tekrar bir araya gelmeleri üzerine kurulu film klasik baba-oğul çatışması temasını kullansa da değindiği bu nokta bence gayet ilginç. İnsanlığın anlatı tarihi Sofokles’in meşhur trajedisinden beri baba-oğul ilişkisi ve dahi hesaplaşması üzerine Antik Yunan mitolojisinin babalarından bağımsız sinemanın sıkıntılı baba-oğullarına oradan bol tantanalı Marvel hikâyelerinin baba-oğul çiftlerine kadar bolca örnek barındırıyor kuşkusuz ama Aşıklar Bayramı'nın bu hikâyelerin çoğuna göre en önemli erdemi bilindik şemayı izlemeyerek meseleyi bir "tamamlanamazlık", bir imkânsızlık üzerinden okuması.


Gündemde olduğu için filmle ilgili sağda solda birçok değerlendirme okuduk; hikâyeyi eleştiren herkesin genellikle "takıldığı" noktanın, filme getirilen eleştirilerin benzer olması bir tesadüf değil; babanın geçmişte yaptıklarının ve motivasyonunun, oğulun yaşadıklarının yeterince açıklanmaması; bu hikâyelerin yeterince konuşulmaması, yönetmenin hikâyenin arka planını açmaması olması vb. İlginçtir bazen anlatı eleştirileri yapmaya çalıştıkları şeyin tam tersini yaparlar, yanlışlıkla en zayıf gördükleri şeyin üzerine daha etraflıca düşünmemize neden olabilirler. Burada da bence bu eleştiriler filmin en güçlü yanını bilinçsizce ifşa etmekteler. Bu mevzuyu açalım...

Aşıklar Bayramı yaşlanmış ve ölmek üzere olan babasını yirmi beş yıl sonra Kırşehir’deki evinin kapısında bulan ve onu yalnız bırakamayarak gitmek istediği Kars'a kadar götüren Yusuf'un hikâyesini anlatıyor. Daha doğrusu baba-oğulun Kırşehir'den Kars'a kadar süren bu yolculuğunun hikâyesini. Baba, elinde hâlâ bırakmadığı sazıyla bir "Anadolu Aşığı" olan Heves Ali ve oğlu Yusuf babanın ölmeden önce son kez gitmek istediği, tüm aşıkların çalıp söylediği Aşıklar Bayramı’na katılmak için yoldalar, Yusuf'un derdi onunla konuşabilmek, hatta kavga edip hesaplaşabilmek; babanınsa öyle bir derdi de mecali de yok. Baba-oğulun geçmişin hesabını görerek konuşabilecekleri ve oğulun daha sağalmış bir erkeğe dönüşebileceği bir yolculuğa çıkmaları fikri belki çok özgün görünmüyor. Ne de olsa birçok anlatıda yol insanı değiştir değil mi? Oysa Özcan Alper başka bir şey yaparak hevesimizi kursağımızda bırakıyor ne geçmişi açıklıyor ne o büyük kavga yaşanıyor ve ne de baba ya da oğul Aşıklar Bayramı'nda o beklenesi son türküyü okuyor. Alper'in filmi şu acı verici soruyu getiriyor önümüze: O beklediğimiz an geldiğinde, zaman ve zemin müsait olduğunda, ya baba artık hesaplaşılamayacak durumdaysa?

Aşıklar Bayramı'nın babasının gayet kurnaz olduğunu söylemek lazım. Bu kadar yıl sonra babanın gelmek için seçtiği zaman onunla asla hesaplaşamayacak durumda olduğu zaman. Bu, bir ilişkide birdenbire hasta olan eşinizle kavga edemeyeceğiniz o sinir bozucu duruma benziyor. Ölmek üzere olan bir babayla artık hesaplaşamazsınız. Settar Tanrıöğen'e bakın, bugüne kadarki oyunlarından çok da farklı olarak tam da o dokunmayacağınız haldeki babayı oynamıyor mu? Alper'in ona "Sen ölmek üzere olan bir babasın bize bunu oyna" dediği aşikâr. Kurnaz babalar oğullarının onunla yüzleşemeyeceği, hesaplaşmayacağı bir zamanda gelirler ve oğullar içindeki arzuyla ortada kalırlar. Filmdeki birkaç sinir bozucu anda bunu deneyen oğul Yusuf da eninde sonunda vazgeçiyor elbette. Bütün film aslında bu hesaplaşma arzusunun (Lacancı bir gerçeklik parçası olan) ölüm duvarına çarpıp geri geldiği, ama asla azalmayıp sürekli içe atıldığı bir duygunun filmi. Tanrıöğen'e paralel olarak Kıvanç Tatlıtuğ'un oyununun örneğin bir Kelebeğin Rüyası'ndaki gibi gösterişli olmaması da bu yüzden. Tatlıtuğ müthiş etkileyici bir şekilde içeride kıvranan ama dışarıda sakin kalmaya çalışan bir adamı oynuyor. Yoldaki bir arama noktasında askerler yaşlı adamın çantasını açmasını istediklerinde gördüğü şey, özenle katlanıp hazırlanmış bir kefen, onun bu arzusunu ebediyen rafa kaldırması gerektiğini anladığı müthiş çarpıcı ve dokunaklı bir an. Ve bu anlamda başka bir unsur, aşıklardan birinin, konuk oyuncu Erkan Can'ın baba öldüğünde söylediği replik, filmin belki de tek doğrudan repliği meseleyi özetleyen bir anlama geliyor: "Yorma kendini, baba dediğin yarım kalan bir kelimedir!" Bu hesaplaşmanın asla tamamlanamayacağını doğrudan ifşa eden bu cümlede daha önemli bir şey söz de mevcut cümlede: "Yorma kendini." Filmde birkaç yerde geçen bir replik bu, yol boyunca hasta olan babasını, Yusuf "Yorma kendini" diye uyardıktan sonra başka bir aşık ölümün ardından buna onu söylüyor. Neden yoruyoruz ki kendimizi? Babalar bunu yapmadıktan/yapamadıktan sonra biz niçin sürekli bu hesaplaşmanın tamamlanması, doğru bir ilişkinin kurulabilmesi için yoruyoruz kendimizi? Babanın tek istediği ve gücünün artık tek yetebileceği şey "helalleşmek" iken oğul hâlâ içindekileri onun yüzüne haykırıp biraz olsun yeniden bir bağ kurabilmek derdinde. Helalleşmek ve hesaplaşmak birbirinin tam tersi burada.

Oğul Yusuf, Freud'un "yineleme zorlantısı" kavramıyla anabileceğimiz bir şekilde travmalarını tekrarlamak, konuşmak isterken baba onu bir tür "helalleşme zorlantısı"na tabi tutuyor. Psikanalitik terminolojiyi geleneksel olanla birleştirip "helalleşme zorlantısı" dedim buna. Bizde gidenin ardından helal olsun demek âdettendir ya, merhumu/meyi sevmesek de sanki buna zorunda kalırız biz, ona benzer bir şey. Helalleşme zorlantısı hesaplaşma arzusunun da özür dilemenin erdeminin de karşısına bir duvar gibi örülüyor hikâyede. Helalleşmenin tüm geleneksel, dinsel anlamları bir yana aniden karşımıza çıkan o Lacancı gerçeklik parçasının, yani burada ölümün karşısında tüm arzuların, öfkelerin ve sembolik dertlerin boşa düşmesi de önemlidir. Yirmi beş yıldır babasını göremeyen, kendine başarılı bir avukatlık kariyeri yaratmış, yakışıklı ve düzgün bir adam olan Yusuf'un üzerinde geçmeyecek bir yorgunluk olduğu aşikâr. Geleneksel babalığın tutunacak dalı olan helalleşme zorlantısı bu yorgunluğun erkeğin içinde kronikleşmesini sağlayacaktır. Terapi imkansızdır.„

Farkı görebilmek adına ülkemiz sinemasındaki bu meseleyle başka türlü uğraşan iki farklı filme bakalım; Cenk Ertürk'ün ilk filmi Nuh Tepesi ve Özkan Çelik'in Babamın Kemikleri filmlerine. Bu iki film de babalar ve ölümleri ile ilişkilidir. Nuh Tepesi, babasını bir tepedeki ağacın altına gömebilmek için uğraşan bir oğulun hikâyesi iken Babamın Kemikleri adı üstünde ölmüş babasının kemiklerini alıp annesinin mezarına yanına taşımaya çalışan bir oğulun yaşadıklarını anlatıyor.

Babamın Kemikleri filminde kemikler erkeğin babalığa dönüşme sürecine etki eden ataerkil miraslar olarak kullanılmıştı. Cem Davran’ın sinemaya dönüş filmi olarak görülen Babamın Kemikleri, köyünden kaçmak zorunda kalan ve bir daha dönmemeye yeminli bir adamın, annesinin vasiyeti üzerine, babasının kemiklerini almak için oğluyla birlikte köyüne gidişini anlatan, kara komediye yakın tonda bir öyküdür. Kemikler onu hem erkek hem de babaya dönüştürür, bu tipik yolculuk/dönüşüm öyküsünün sonu sembolik anlamda fallusu yeniden ele geçiren bir erkek kahramanla biter. Filmde oldukça cesur bir sahnede, baba-oğulun yolda lastikleri patlar ve krikonun kaldırma demirini bulamazlar. Oğulun tavsiyesiyle baba torbadan babasının kemiklerinden birini alıp krikoyu onunla kaldırır. Okuması pek de zor olmayan bu ilginç sahnede baba oğlunun yardımıyla kendi babasından fallusu devralır ve travmasını aşar, kemikler burada erkekliğin aktarımına yarar. Aynı şekilde Nuh Tepesi'nde de babayı gömebilmek erkeğin günahlarını kabullenmesi, aynaya bakabilmesi ve yeniden sorumluluk sahibi olmasının metaforudur. Film de zaten bu mevzudan dem vurarak sona erer. Hasılı iki hikâyede de babaların arzusu (birinde annenin de) olan bu istekleri oğulun yerine getirmesi çemberin kapanması demektir. Babayı gömmek oğulun geçmişiyle barışması, erkekleşmesi, travmalarını geride bırakması anlamına gelir. Dolayısıyla bir nevi Ödip’in nihayetinde çözülmesinden, imkanlı bir terapiden bahsediyoruz.

Ya da babayla ilgilenen başka bir yönetmene Nuri Bilge'ye bakalım. Orada özellikle Ahlat Ağacı'nda farklı bir dinamik mi işler? Nurdan Gürbilek'in yazdığı gibi NBC'nin ilgisini başından beri çoğunluk olamamış babalar çeker. Fatih Özgüven bir yerlerde Ceylan, Ahlat Ağacı'nda nihayet babayla barıştığını yazmıştı. Gürbilek ise sorar, bu bir uzlaşma mı yoksa babanın çukurundan kaçayım derken o çukura düşen oğulun hikâyesi mi bu? Gürbilek'in tanımıyla "Babayla barışık olmaktan çok babayı Oedipus kapanının, o durmadan işleyen simgesel şebekenin biraz daha dışına çekmeyi, simgesel ağın ucundaki hafif yırtılır gibi olduğu anlara, babanın Adı'yla babanın sıradan varoluşu arasındaki çatlaklara bakmamızı ister" Ceylan. Aşıklar Bayramı'nda ise o kapanın nasıl içinden çıkılamaz olduğunu görüyoruz, çünkü Alper buradan çıkmanın imkansızlığını ancak acınacak ve helalleşilebilecek bir baba karakterinin üzerinden anlatıyor. Oğulun söz konusu gerginliği, bu yara sonsuza dek sürecek. Nitekim burada cenazeyi, töreni de görmeyiz, ölen babanın ardından "babanın asla tamamlanmayacak bir hikâye olduğu" öğüdünü de alarak ayrılırız hikâyeden.

Yine oğulun bu sancısı filmde temas ettiği kadınlar üzerinde de okunabilir. Klasik değerlendirmelerin "Bu yan hikâyeler neden var?" sorusunun cevabı, yani mümkün olamayan ilişkiler aslında filmin erdemlerinden başkasıdır. Filmde aslında çapkın bir yanı olduğunu da sezdiğimiz Yusuf'un hiçbir erkeklik performansı göster(e)mediğine de tanık oluruz. Örneğin yoldaki hastahanede görüp Instagram'dan mesaj atarak evine gittiği hemşireyle de zaman ve zemin gayet uygunken bir ilişkiye bile giremez. Dener bunu Yusuf ama baba açmazından kurtulmadan tatmin olması imkânsız, ilişkiler bir temastan fazlası olması çok zordur. Bu yüzden o kadardır, eksiktir bu sekanslar.

Peki filmdeki tüm aşık türkülerini, otantik mekanları, büyüleyici Anadolu coğrafyası görüntülerini bir Netflix prodüksiyonundaki "ürün yerleştirme" olmasının dışında nereye koymalı? Belki de coğrafyanın uçsuz bucaksızlığı, aşıkların bitmek bilmeyen ezgilerinin karşısında susmak zorunda kalan oğulun küçüklüğünün yarattığı ağır bir kontrast vardır burada. Çok konuşan, gösteren bir hali olacakmış, varmış gibi olmasına rağmen susmayla, içe atmayla ilgili bir filmdir Aşıklar Bayramı. Bir Yavuz Turgul filminde başka bir şeye hizmet edebilecek bu görüntüler ve müzik burada oğulun sıkıntısını güçlendirmek için vardırlar. Terapatik bir şekilde görünen bu coğrafya fonu belki de imkansızlığın anlamını güçlendiren bir arka plandır.

Aşıklar Bayramı özellikle bu coğrafyadaki baba-oğul ilişkilerinde helalleşmeden hesaplaşmaya geçmenin zorluğundan, hesaplaşamamanın verdiği amansız acıdan bahseden bir film. Aşıklar Bayramı'nı eksik bulup keşke biraz daha anlatsaydı, keşke konuşabilselerdi, hatta kavga etselerdi diyorsak belki de içimizdeki sıkıntıya dönüp bakmalıyız. Bütün bu arzumuzdan geriye elimizde eski bir kasetten başka ne kalır ki çoğunlukla? "Aşıklar ve açlar hiç uyuyamazlar" diyordu Heves Ali nadir konuştuğu anlardan birinde, ya siz?