Bizim gemiciklerimiz yok, sahip çıkacağımız duru “deniz”lerimiz var

Hepimiz aynı minibüsteyiz!

Şişli’den Anadolu’ya açılan bir tramvaydayız. Ortaya saçılan bilgiler, belgeler, ifşa olmuş rezillikler; rüşvet, talan, yolsuzluk…

Yurttaşlar bunlara inanıyor mu ya da onların inanmaması gerçeği değiştiriyor mu? Gazetecinin görevi gerçeği ortaya çıkarmak kadar o gerçeği en yalın haliyle karşıya aktarmaktır. Ortaya çıkarabildiklerimizi ne kadar okuyucuya/izleyiciye aktarabiliyoruz?

Halkın gerçek sorunları ile bağı kurulmamış gerçeklerin algılanması da mümkün olmuyor. Sen en güzelini anlatırsın da karşındakinin anladığı kadarsın.

BirGün Minibüsü’nün ilk durağı Edirne’ydi. Et ithal edilecek diye hayvanlarını satmak zorunda kalmış, büyük besicilik fabrikalarında düşük ücretlere çalışmak zorunda kalmış, arazilerini betona çevirip merkeze göçmekten başka çare görmeyen köylülerle konuştuk. Kentte kadınların el işi öğrendiği merkezlerin dahi tarikatlara satıldığı yeni kültürel ortamla buluştuk. Minibüs oradan ayrıldı Karadeniz’e yol aldı. Fındığına aşına el konmuş, madenler yüzünden ürünlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış insanlara dokunduk.

Gittiğimiz yerlerde herkes minibüsü soruyor, onu iyi bir yere park etmemiz gerektiğini söylüyordu. Oysa bir minibüs temin edecek gücümüz yoktu, bizi taşıyacak dostlarımız ise her ilin her köyünde çoktu.

Halkın bir kısmı ülkedeki talanın, laikliğe yönelik saldırının farkında fakat ne yapılması konusunda kafalar karışık. Bir kısmı ise gündelik sorunlarını paylaşıyor fakat o sorunların bu karanlık düzenle bağını kurmuyor. Medya olanaklarıyla, cemaat ağlarıyla mevcut sorunların kimi mihraklar tarafından tezgâhlandığı anlatılıyorlar. Tarımdaki çöküşü bile buna bağlıyorlar. Geleceğe dair en tehlikelisi de iktidarın ülkeyi sürüklediği yakıcı bir ekonomik kriz sırasında insanlar kızacakları yeri şaşırabilir. Bilinçli kaşınan kültürel farklar, öfkeyi insanların birbirine yöneltmesine yol açabilir. Bunu engellemek zorundayız.

Üstten kurulmuş bir dille bir süredir yapılan “uluslararası mahkemelerde yargılatma gazeteciliği ya da siyaseti” değişimi başka güçlerden bekleyen bir tembellik ve siniklik içeriyor. Üstelik o güçler mevcut karanlığı başımıza musallat eden, en ufak bir çıkar uğruna tekrar işbirliğine gitmekten kaçınmayacak çevreler. Halkın hesap sorma iradesini içinde barındırmayan bir siyaset ya da işlenen malum suçların doğrudan hangi gündelik sorunlara yol açtığını anlatmayan bir dil, anlaşılmıyor. Karşı çıkılan şeyi anlamak, onunla mücadele etmek, yeniyi kurmak için elzem. Biz bu düzene neden karşıyız? Rantçılık, ayrımcılık, kof milliyetçilik, rüşvetçilik, talancılık, kadın düşmanlığı, gericilik… Yerine koydukları şey bunların hepsini barındıran ama bir doz yumuşağı olduğunda istediğimizi almış mı oluyoruz? Biz nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz?

Aynı gemide değiliz! Man adasında milyon dolarlık şirketler kuranlarla, rüşvetçilere bayrakla poz verdirip ABD’ye sıvışınca satanlarla, devlet olanaklarıyla lüks ve ihtişam içinde yaşayanlarla… Ama aynı minibüsteyiz! Aşını kaybedenlerle, madenlerde üç kuruş için canını verenlerle, geceleri güvercin tedirginliğiyle yürüyenlerle, öğretmen maaşıyla geçinip kitap okuduğu için elit yaftası yiyenlerle, yine de “burası bizim ülkemiz” diyenlerle…

Bizim gemiciklerimiz yok, sahip çıkacağımız duru “deniz”lerimiz var. Vaktimiz yok, sosyal âlemde birbirimize saldırmaktan daha elzem işlerimiz var. Minibüsümüz yok ama gidecek çok yolumuz var.