Silahlıyı muhatap al, silahsızı ise içeri at. Gücünü elindeki silahtan alanın en son bırakacağı şey, tabiî ki silahı. Tut ki, bıraktı...

Silahlıyı muhatap al, silahsızı ise içeri at. Gücünü elindeki silahtan alanın en son bırakacağı şey, tabiî ki silahı. Tut ki, bıraktı; sesini duyurmak, muhatap alınmak, sözünü duyurmak için silaha sarılmak, silah kullanabileceğini göstermek, kural hâline gelivermiştir bile. Biri bıraksa, diğeri sarılacaktır silaha; gerekirse silah bırakana, bırakmaya yanaşana karşı.

Erdoğan, PKK’yla görüşürken, tabiî ki samimî değildi. Önce referandumu, sonra da seçimi çatışmasız bir ortamda götürmek istiyordu: Başardı da. Sivil/legal siyaset sonuna kadar boğazlanırken, PKK’nın, belirli şartlar öne sürerek de olsa silah bırakmaya yanaşabileceği izlenimi vermesi ise, gerek örgüt içinde, gerekse tabanda bölünmelere, liderliğin otoritesinin sarsılmasına da yol açacaktı; yani, Erdoğan cenahının hesabında bu da vardı; ki, bu durumda, bir yandan alttakiler yükselebilmek için silaha baş vurabileceklerini göstermeye yönelirken, yukarıdakilerin de kendi konumlarını koruyabilmek için tekrar ve daha fazla silaha baş vurmaktan başka çareleri kalmamış olacaktı.

Erdoğan’ın kafasındaki, demokratik bir Türkiye içinde silahlı siyasetin sönümlenip huzura kavuşulması değil, Kürtlerle Türkler başta olmak üzere ‘Halkların Cici Babası’ olarak kendi mutlak egemenliğini tesis etmekti. Bir yandan Öcalan’ı ve Kandil’i oyalarken, içerdeki Kürtleri de ülke çapında sürdürülecek bir halkla ilişkiler kampanyası eşliğinde birkaç elma şekeriyle kendi Kürdü hâline getirecekti. Ancak bunun için BDP’yi saf dışı etmek gerekiyordu. Örneğin, Habur girişlerinden bile BDP’yi ancak son 2-3 gün içinde haberdar etmişlerdi; kenarda, gölgede kalsınlar diye.

Bölgede OHAL ilân edilmesini isteyenler dahi, Erdoğan’a göre kıyaslanmaz derecede daha samimî: Terör adını verdikleri soruna akıllarınca/meşreplerince bir çözüm bulma peşindeler; oysa Erdoğan için bu sorun, kendi mutlakiyetçi diktatörlüğünü kurabilmek için bir araç.

Terorist ilân ettikleriyle kendisi bire bir görüşüp adamı vasıtasıyla saygılar gönderirken, milletin seçtiği vekillerin elini bile sıkmıyor, milyonlarca seçmeni terorist ilân ediyor, “bunların oyları şaibeli” diyor. Bu da yetmiyor, Hatip Dicle’nin milletvekilliği alenen ve de pervasızca çalınıyor, milletvekillerinin bir kısmı içeride tutuluyor, Meclis’e sokulmuyor, diğerleri de içeriye atılmakla tehdit ediliyor, KCK’ya karşı operasyonlar genişleyip şiddetleniyor; belediye başkanları ve diğer seçilmişler hem zindana atılıyor, hem de görevden alınıyor: Hükümet, darbe yapıyor ve demokratik meşruiyetini büyük ölçüde kaybediyor. Ama, zaten böyle bir derdi olmadığı, aylardır ülkeyi KHKlarla yönetmesinden belli iken, bunun üzerine yeterince gidilmiyor.

Terörle mücadele adı altında insanlar sırf yürüyüş yaptı veya pankart açtı, daha da vahimi ve barbarcası, kendisine okunacak kitap listesi hazırladı diye terör destekçisi sayılıp içeri atılıyor ve bu arada düzinelerle insanımız öldürülüyor; “al sana, terör kitap yazmakla değil işte böyle olur” dercesine. Ama iktidar bundan da ders almıyor, biraz olsun utanmıyor; aslında üzülmüyor da: Otuzdan fazla can gitmiş, başbakan ‘andıç’tan bahsedip muhalefeti ve medyayı suçluyor. İnsanların acısını, kendi terör rejimini berkitmek için fırsat biliyor. Özellikle kendi basınının ‘şehit evlerinden Kürtçe ağıtlar’ temasına iyice sarılması, son 24 kurbanın yarısından fazlasının Kürt olduğu şaiyası aslında insanın aklına çok korkunç şeyler de getiriyor.

Bu arada, insanlar hâlâ ‘yeni-sivil anayasa’ oltasına takılıp, nasıl bir zoka  yutmakta olduklarının farkına varamıyorlar. Şerefsizlikle beyinsizlikleri birbirine çarpan etkisi yapan bazıları ise işi neredeyse “Berna ve Emrah gibi teroristleri serbest bırakırsan terör de işte böyle azar” demeye ya da  “Şener ve Şık yetmez, şunu, şunu, şunu da al ki içeriye, terör bitsin” diye doğrudan doğruya insanları hedef göstermeye kadar vardırıyorlar.

İnsanları mezhepleri, dinleri temelinde ayıran, istiskal eden, birbirlerine karşı kışkırtmaktan kaçınmayan, insanların kendi aidiyetlerinin ötesinde bir insan ve hak-adalet anlayışına sahip olabileceğini tasavvur bile edemeyen bir otokratın iktidarında hepimizi çok daha kötü günler bekliyor.