Eren AysanKonuk yazar Nisan ayının son günleri. Ankara’da bahar ayında rayiha kokuları yayılır sokaklara. Hep söylerim erguvan İstanbul’a, nergis Ankara’ya yakışır diye. Güzel bir Pazar günü. Ama ülkem iyi değil. Gencecik bir askerin daha bedeni toprak olacak. Bir anda Çubuk’taki cenaze töreninin görüntüleri düşüyor internet gazetelerine. Ana muhalefet partisi genel başkanının, Kemal Kılıçdaroğlu’nun darp fotoğrafları. […]

Hepimizin hikâyesi aynı
Eren Aysan
Konuk yazar

Nisan ayının son günleri. Ankara’da bahar ayında rayiha kokuları yayılır sokaklara. Hep söylerim erguvan İstanbul’a, nergis Ankara’ya yakışır diye. Güzel bir Pazar günü. Ama ülkem iyi değil. Gencecik bir askerin daha bedeni toprak olacak. Bir anda Çubuk’taki cenaze töreninin görüntüleri düşüyor internet gazetelerine. Ana muhalefet partisi genel başkanının, Kemal Kılıçdaroğlu’nun darp fotoğrafları. Öylece duruyorum. Durmak ne kelime… buz gibi oluyorum. Çözülemiyorum. Tam o anda bir kadın çığlığı kulağımı tırmalıyor: “Yakınnnn… yakınnnn…”

Babalarımızın öldürümünden tam yirmi altı yıl sonra yeniden içimden bir alev gibi taşan, dahası çaresizliğimle harmanlanan andır bu. Daha önce de yaşadık olanca linç görüntülerini. Parti binalarından mültecilere, havaalanı peronlarından sahil kasabalarına kadar taştı her biri.

Oysa linç adına sosyal teoride en önemli unsur bellidir: Ajitasyon. “Halktan bir topluluk” onları eyleme çağıran birileri tarafından sevk edilmiştir. Peki linç kimi zaman “hukuk devletleri”nin gözden gönülden ırak tutmasına karşın kapatılamamış, hatta ara ara geçit verilen yan yollarına dönüşürse ne olur? Ya da “devleti yönetenler” gerekli gücü linç girişimine rağmen gösteremezse?

Eren Aysan

Vahim diyebileceğimiz tartışmanın başlama noktası tam da burası: Linç tasarımı sosyolojide “medeniyet kaybı” unsuruyla bağlantılı olarak ortaya çıktığı için hemen her şey, bütün değerler alt üst olur. İzleyin tekrar tekrar görüntüleri… İnsan toplulukları bir anda yırtıcı hayvan sürüsü gibi saldırıya geçiyor. Bir grup aslan ağızlarından salyalar akıtarak ceylanlara saldırıyor. Barbar kavimlerden daha ötesini tasarlayarak öldürme şekilleri üzerine hareket alanı planlıyor: Boğazını kesin, paramparça edin ya da elinize kan bulaştırmadan en temizini yapın: Yakın!

Asıl korkuncu bu linç girişimi yapan gruplara bir şekilde “tahrik olma hakkı” bahşedilmesi. Bu hak çok çeşitli olabilir: “Dini inançlarımıza saldırdı!”dan “Ülkemizi bölmek istiyorlar”a kadar. Eskiden gazete ve dergilerin yapamadıkları şimdilerde önce sosyal medyada karşılık buluyor. Hemen toplum vicdanındaki en hassas noktalara atıf yapılıyor: Dini ve milli değerler! Bunların karşısında düşmanlaştırılan bir ya da bir kaç kişiye sistemli psikolojik linç uygulanıyor. Hatta kimileri kova kova kanla yıkamak istiyor birilerini.

İşte böyle bir ortaçağ karanlığının topluma sunduğu, hâlâ o karanlığın isinden kurtulamadığımız bir yangın, katliam ve linç vahşetinde babamı yitirdim. Yaşasaydı belki sayısız şiire imza atacak, istediği romanı yazacak, bir yandan da hekimlik mesleğini sürdürecekti. Bir insanın kaybını şüphesiz ölümün katı gerçekliği içinde düşününce çaresizlikle bütünleşebileceğimiz bir sarmalda kayboluruz. Oysa toprak altına giden yalnızca beden değil, onun biriktirdiği değerler, entelektüel bakış, bilgi, yaratıcılıktır da. Açık konuşmak gerekirse hayatım boyunca babamın yaşam hakkının ihlali sonucunda yapacaklarının yarım kalmasının hüznünü atlatamadım. Çocuk yaşımdan bu yana acımı hafifletmek için çok şey yaptım. Sırtıma çantamı alıp uzaklara, başka ülkelere de gittim. Hayatta bir anlam bulacak kadar zeki hissediyorum kendimi. Şehir sözlüğündeki kıvraklığın ne olduğunu kestirebiliyorum. Ama onun bende bir şey değiştiremeyeceğini biliyorum. Çünkü kardeşim Zeynep de ben de, babalarımız yakıldığından beri ne kalbimizi soğutmayı başarabildik ne de yaşadığımız coğrafyada siyasal islamın palazlanmasının önüne geçebildik.

Payımıza düşen taziyelerin içinden geçen bir ömürmüş meğer. Bir ağız vişne dolusu gülebilirdik oysa. Cinayetler, katliamlar ülkesi olmazdık o zaman. Siyasi cinayetlerde “cezasızlık” olgusunun yerine gerçek anlamıyla “yargılama” sağlanabilseydi ezber ettğimiz bir hikayenin içine gömülmezdik.

Ne acı ki, bize dayatılan hikayede, hak ve hukukun ayaklar altına alındığı o duruşma salonlarını, öfkeye ve umuda kesmiş haykırışları duyduk. Zulmü duyduk o sözlerde… O sözlerde yıllardır kırmızı bültenle aranmasına rağmen yakalanamayan, hatta onlara ehliyet, evlilik cüzdanları verilen tetikçilerimizin umursamazlığını duyduk. Sürekli sorular sormaktan yorulduk. Ama yorgunluğumuz soru sormamızdan değil, yanıtsız kalmamızdan…

Ey babalarımızı yakanlar, katiller, onların işbirlikçileri ve işverenleri… Yıldönümünüz kutlu olsun! Siyasal islamcılarla her türlü çıkar işbirliğine giren yapılar… Sizin de kutlu olsun yıldönümünüz! Tek bildiğimiz, inadına, birgün, son sözü söyleyecek taraf olacağımızdır. Bir gün bizler babam Behçet Aysan’ın “Yarın diye bir şey var” şiirini haykırarak söyleyeceğiz! Göreceksiniz!