Özlem Narin Yılmaz, yeni romanı Kapıyı İçeriden Kilitledim’de okurlarının dikkatini, bir aşk öyküsüyle çekiyor bu kez

Her alanda olduğu gibi edebiyatta da kadın olmak zor

Bilge Atay

Özlem Narin Yılmaz, Ayrıntı Yayınları etiketiyle yayımladığı yeni romanı Kapıyı İçeriden Kilitledim’de bir aşk öyküsüyle okuyucularına bir kez daha ‘merhaba’ dedi. Kitaptaki Ruhan ile Ruhi’nin aşkı, umutsuz ve hastalıklı ama zamana ayak direyebildiği için de çok güçlü. Özlem Narin Yılmaz, sorularımızı BirGün okurları için yanıtladı.

»Türkiye’de ‘ayrımcılık’ adeta kurumsallaştı. Bir kadın yazar olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cins ayrımcılığı sadece Türkiye’nin değil dünyanın da sorunu. Bazı ülkeler bunun önüne geçebilmek için ciddi adımlar atarken bazıları bu konuda pek de çaba içinde değil. Kadın olarak edebiyatta, sanatta, siyasette, iş hayatında olmak, yaptığın işle görünmek, çok daha fazla çaba gerektiriyor. Yani, bir sıfır yenik başladığımız bir hayatın içindeyiz. Üstelik bu geriden başlama, bir başarısızlıktan değil de düpedüz ayrımcılıktan kaynaklanıyor. Bu konuda yol alamadığımız gibi, her geçen gün geriye gidiyoruz maalesef. Anlayacağınız kadın olmak ateşten bir gömlekle yaşamak.

»Kadın yazar olmanın ekstra zorluğu var mı?
Her alanda olduğu gibi edebiyatta da kadın olmak zor. Bu konuları ilk romanım Huzursuz Periler’de yazmaya çalışmıştım. Yayımcıların, editörlerin, eleştirmenlerin çoğunlukla erkek olduğu bir ortamda, kadın yazarı erkek yazarla eşitlemeye çalışmak pek inandırıcı değil bence. Didem Madak’la yıllar önce bir sohbetimiz olmuştu, hiç unutmuyorum. Benim ikinci öykü kitabım Kızböceği yeni yayımlanmıştı o sıralar, heyecanlıyım tabi, ayaklarım yere basmıyor. “Özlemciğim, unutma, kadın yazarın ilk kitabını erkek yazarlar, eleştirmenler alkışlarlar, hatta göklere çıkarırlar, bir hevestir gelir geçer diye düşünürler, ikincisinde alkış sesi biraz azalır, üçüncü kitaptan itibaren artık bir tehdit haline gelmişsin demektir ki işin zorlaşır...” demişti. Söylediklerini hiç unutmadım, Didem’i sevgiyle anmış olayım buradan.

»Bu baskıyı somut biçimde hissetmiş olmalısınız!..
Hissetmez miyim!.. Mesela edebiyatta ‘erkek duyarlılığı’ diye bir söylem duyduğumu hatırlamıyorum. Ama kadınlar ne yazarlarsa yazsınlar önce bir ‘kadın duyarlılığı’ süzgecinden geçirilir yazdıkları. ‘ayakları yere basmayan’ şeyler yazarız çoğunlukla biz kadın yazarlar. Bir de ‘incik-boncukla’ süsleriz yazdıklarımızı. Ben çalışan bir kadınım, anneyim. Roman yazıyor olmam çevremdeki birçok kişiyi şaşırtıyor, ‘senden hiç beklemezdim’ diyenler bile oldu. Çünkü benden öncelikli bekledikleri var, roman yazmak da nereden çıktı değil mi ama!

Victoria döneminde yaşayan, dönemin en iyi yazarlarından İngiliz Marian Ewans’ın, eserlerinde George Eliot erkek takma adı kullanmasının üzerinden asırlar geçti ama biz ne kadar yol alabildik diye oturup düşünmemiz lazım.

»Yazar olarak otosansür uyguladığınız anlar oluyor mu?
Sansür uygulamıyorum. Sadece yazacaklarımın öncelik ve sonralık sırasını değiştiriyorum bazen. Otosansür, yazmanın doğasına aykırı bence. Yazmak karşı koymaktır, reddetmektir.

»Öykü ve roman, söylemek istedikleriniz için yeterli bir dil sunuyor mu size?
Yazmaya öyküyle başlamıştım, romanla devam ediyorum, arada yine öyküler de yazıyorum. ‘sözün bittiği yer’ denilen şey sanırım sorduğunuz. Evet, yaşamın içinde bazen öyle sert gerçeklerle karşılaşıyorsunuz ki, tanık olduğunuz durumları edebiyat aracılığıyla aktarmanız, o duyguyu okuyucuya geçirmeniz zor olabiliyor. Romanın bir yerinde, kurgudaki gerçek ‘ben’in dediği gibi, “Hayat bazen, mükemmel kurgulanmış bir romandan daha etkili” olabiliyor. Ben, etkilendiğim, beni sarsan her şeyi yazdıklarıma taşımıyorum, en azından kısa sürede yapmıyorum bunu. Uzun bir süre düş gücümün süzgecinden süzülerek, tortular dibe çötükten sonra yazılacak kıvama geliyorlar. ‘Yazdıktan sonra bekleterek demlendirmek’ denilen benzer durumu, yazmadan önce de yaşıyorum ben.

»Kimi yazarlar romanlarına somut bir kahraman olarak yerleştirir kendilerini. Sizi de yapmışsınız. Bir yazar kendini niye romanına kahraman yapar?
Romanda kurgu oldukça fazla imkânlar tanıyor yazara. Ben de o imkânlardan birisini kendim için kullandım. Kahramanım Alin Akyüz de bir yazar ve okuyucu büyük olasılıkla Alin’le beni özdeşleştirecekti. Belki de bunun önüne geçmek istedim ve bir yerde gerçek ismimle okuyucuya göz kırpıp geçtim. Bunu ilk kez denedim ama hoşuma gitti.

»Aşkı kadın ve erkek bambaşka biçimlerde algılıyor. Aşkta gerçek bir demokrasi mümkün mü?
Aşk eşit değildir. Bunu genel anlamda söylüyorum. Özelde eşit yaşanan ilişkiler de var mutlaka. İki cins eşit olabilseydi eğer aşk da eşit olabilirdi. Aşkın yıkıcı, hükmedici, eril bir yanı da var. Düşünsenize erkek namus cinayeti işliyor, kadını öldürüyor. “Niye öldürdün?” diye soruyorlar, çok aşıktım diyor. Kadın ve erkek eşit bir ilişkide aşık olurlarsa aşk doğası gereği kadınsı özelliklerini kuşanıyor, diğer durumda ise eril özelliklerini.

»Romanınızın bir yerinde ‘aşkın hastalık hali’ne vurgu yapıyorsunuz. Aşk, sahiden hastalıklı bir şey mi?
Kahramanım Ruhi Sezer, ısrarla karşılıksız ve tutkulu bir aşk yaşamaktadır ve bazı anlarda bu duygudan kurtulmak istese de kurtulamaz. Bu durumu da bir hastalık olarak tanımlar. Karşılıklı bir aşkı hastalıklı diye tanımlamak doğru değil. Ruhi Sezer en baştan kendine bir statü biçmiştir. Yoksul bir çıraktır. Ruhan oldukça gururludur, kendine biçtiği statü ise zenginlik ve beğenilmektir. Ruhi, Ruhan’a büyük ve karşılıksız bir aşkla bağlanır. Ruhan bir çırağa aşık olmayı aklından bile geçirmez çünkü bu, kendine biçtiği statüye uygun değildir. Sonraki zamanlarda Ruhi Sezer gittikçe zenginleşir, para ve şöhret sahibi olur. Aksine, Ruhan ise yoksullaşır. Ama kendilerine biçtikleri statü değişmez. Ruhi, Ruhan sözkonusu olduğunda hep çıraktır, onun karşısında hep eziktir. Ruhan ise bir türlü gururunu yenemez, yoksul ve hasta haliyle bile Ruhi’ye karşı üstün ve ulaşılmaz bir tavır takınır. Bu haliyle baktığımızda aşkın hastalıklı değil ama hasta eden bir yanı olabilir.

»Siz öyle deyince, birçok ünlü romanın ünlü kahramanının benzer acıları yaşadığını hatırladım.
Olmaz olur mu!.. Mesela Madame Bovary, Anna Karenina, Yevgeny Onegin, romanlarında aşkın hasta eden yanlarını görebiliriz. Emma ve Anna romanın sonunda ölürler, Yevgeny Onegin’de ise Tatyana kendini ömür boyu mutsuzluğa mahkûm eder. Özellikle Anna Karenına romanında aşkın humma nöbetleri gibi ateşli, halüsinasyonlu ve gelgitli haline tanık oluruz. Ve kadınların ölümleriyle sonuçlanması yine eşitsiz, namusçu, erkek egemen anlayışın bir sonucudur diye düşünüyorum.

»Ruhi ile Ruhan, bir yandan da umutsuz aşkı derinden yaşayan ve yaşatan eski Yeşilçam kahramanlarını hatırlatıyor sanki!..
Aşk, aslında her zaman umut vaadeden bir duygu. Çırak Ruhi Sezer’i, Avrupa’larda moda eğitimi almış başarılı bir şapka tasarımcısına dönüştüren güç, aşk değil de nedir. Yeşilçam filmleri tadı, ya da klasik Türk romanlarındaki tat, aslında aşk duygusunun her nerede ve ne zaman yaşanırsa yaşansın, benzerlikler barındıracağına dair bir işarettir belki de.

»Her yazar doğal olarak başka yazarlardan etkilenir. Sizi besleyen yazarlara örnek vermenizi istesem...
Elbette bir yazarın gıdasıdır kitaplar. Benim de etkilenip, beslendiğim birçok yazar var. Virginia Woolf, Katherıne Mansfıeld, Jean Rhys, Margaret Atwood, George Eliot, O. Henry... ilk etapta aklıma gelenler. Sevdiğim yazarların edebiyatımı nasıl etkilemiş olduğunu bilmiyorum ama her okuduğumda bana yazmak için esin ve güç verdikleri kesin.

»Yazmak ve okumak birbirini beslese de kimileri eşzamanlı olarak yapmaz bunu. Sizde durum nedir?
İkisini birlikte götürmeyi tercih ederim. Çoğunlukla uzun okuma dönemlerinden sonra yazmaya başlarım, yazdığım dönemlerde de okumaları sürdürürüm. Bir dönem okuyamamışsam, yazmamayı tercih ederim. Okumak, yazmayı tetikler. Yazmak için dolmayı beklerim, ilk damla taştığında yazma da taşar çoğunlukla. Düş çanağını dolduran, sözcüklerdir.

»Kapıyı İçeriden Kilitledim diğer kitaplarınız gibi kadın okurlardan özel bir ilgi görebilir mi?
Mümkün ama ben yazarken böyle özel bir amaç gütmüyorum. Sadece yazmak istediklerimi yazıyorum ve bir yazar olarak isterim ki yazdıklarımı her kesimden kadın da erkek de okusun. Öykülerimde, Kayıp Yalnızlık Ormanı (Everest), Kızböceği (Everest) ve Karmeleği’nde (Can) toplumun çok farklı kesimlerinden kadınları anlatmaya çalışmıştım. Dileğim, okuyan her kadının kendinden birşeyler bulmasıdır.