Her hikâye İstanbul’u anlatır

ESRA KAHRAMAN

Orhan Pamuk, Yeni Hayat’ta ‘Bir kitap okudum hayatım değişti’ der, doğrudur; bazı kitaplar hayatımızı ve hayallerimizi kökünden sarsar, değiştirir... Hayal denen uçsuz bucaksız okyanusta, bizi içine alan sayfalar devasa bir mendirek misali dikilir karşımıza heyecan yüklü bir telaşla sarmalanırız... Mesela bir deniz helezonu, bir kuru dal parçası, bir konserve kutusu ve hayalleriyle müsemma delişmen bir kızı ele alan Tom Robbins, Sıska Bacaklar’da usumuzu öylesine sert bir kayaya çarpar ki, ‘bin yıl düşünsem, aklıma gelmezdi’ tadında muhteşem, kıskanılası bir seyrüsefere revan oluruz...

Yarattıkları eşsiz eserlerle gönül evimizi yeşerten şairler, yazarlar, yönetmenler, besteciler bu mavi gezegenin, yani insanlığın en kadim dostlarıdır... Ruhumuzun derinliklerindeki gri sisleri tılsımlı dokunuşlarıyla dağıtan bu mütevazı dervişler, manadan uzaklaşıp maddeye ulaşanlar gibi böbürlenmezler. Yüksek sesle değil fısıltıyla anlatırlar hakikatlerini, hayallerini, hikâyelerini...

Şiir ile nesirin birlikteliğini nakış gibi işleyen Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul kitabını elime aldığımda hayal okyanusu köpük köpük dalgalandı yeniden. İlk kitabı Kuzey’de “(...) Aşkı tattıktan sonra sevgilisini kaybeden âşığın içine düştüğü yalnızlık gerçek yalnızlıktır... Bu, Tanrı’nın evreni yaratmasından önceki yalnızlığı gibi yokluktan değil, varlıktan doğar. Önce varlığa ermiş, sonra yitirmiştir. Nasıl ki Tanrı evreni yok edip artık yalnızlığa geri dönemezse, aşık da geri dönülmez bir yerdedir...” der... Sayfalar arasında Kuzey’e doğru gizemli bir yolculuğa çıkarız; erenler sofrasında aşkı besler, sevdiceğini bekleyenin umudunu zikrederiz yüreğimize... Velhasıl felsefi bir efsanenin üçüncü gözü olarak laciverdi okyanuslara dalarız...

“Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü içimde” Bu cümle ile başlar Masumlar ve içimizde büyüyen çocukluğumuz bir çırpıda sıçrayarak, yanı başımıza kuruluverir... Kewe’nin masalsı yaşam öyküsünü dinlemeye doyamayız... Aşkı uğruna kendisini dağlara vuran Ferman’ın kederine ortak oluruz... Kocasından kaçan Pençeyüzlü Kadın’ın gücüne gıpta ederiz... Keşke bu romandaki Tatar fotoğrafçı olsaydım, diye hayıflanırız...

İstanbul İstanbul’a başladığımda, soğuk bir zindandaki yok olasıca zulmün pençeleri değdi bedenime, sinsi tuzaklardaki acı yüklü feryatlarla sarsıldım! İşkencenin korkunç acılarını ötelemek için hayallerini yudumlayan tutsakların masalsı anlatımlarından dinledim, bu defa İstanbul’u; “Eski sevgilisini bulmak için maceraya atılan gencin, siyah tilki kürkünün peşine düşen avcının, fırtınada sürüklenen geminin, dünyayı bir elmas gibi avcuna almak isteyen prensin, boyun eğmemeye yeminli son isyancının, şarkıcılık hayaliyle evden kaçan kızın, para babalarının, hırsızların ve şairlerin vardığı kent İstanbul’dur. Her hikâye burayı anlatır...” Çocukluğunda bulaşıcı bir hastalık yüzünden görme yetisini kaybeden o bilge kadının sahici ve hayli dokunaklı sezgilerine kulak verdim; “(...) İstanbul’u düşünüyorum. Büyük günahlar işleyen bu kent neyi hak eder? Nasıl bir lanete bulaşır? Ya da lanete bulaştı da, biz şimdi onu mu yaşıyoruz? Gözleri açılanları linç ederler burada. Siz hayal kuruyorsunuz oğlum, sizi de linç ederler...” Hayal dalgaları durulduğunda, ‘Her derde merhem olacak bir söz’ arayanlar, uslanmaz isyankârlar, İstanbul âşıkları sessizliğe gömüldüler...