24 Haziran sonrası demokrasiye açılması muhtemel olan o kapıdan geçerek aydınlık geleceğe doğru yürüyebilmek, Gezi’de beliren dip dalgasını, direnişin felsefi anlamını içselleştirerek büyütmeyi hedefleyen bir hareket planıyla mümkün olabilir

Her şeyin başı Gezi her şeyin sonu ‘tek adam’

Berkant Gültekin berkantgultekin@birgun.net

Türkiye bugün, tarihinin en önemli günlerinden birine uyanıyor. Milyonlarca seçmen sandık başına giderek ya devam ya da TAMAM diyecek. Günün sonunda ne olacağını kestirmek mümkün değil ama tarihsel bir dönemin sonuna yaklaştığımızı söylemek yanlış olmaz. Önder İşleyen’in geçen günlerde RedHaber’deki söyleşisinde belirttiği gibi, “Siyasal İslam’ın, 2001 krizinin ardından oluşan toplumsal, siyasal ve ekonomik kriz içinde, bir değişim ve dönüşümün öznesi olarak iktidara taşıyan büyü giderek bozulmaya başladı. Emperyalizmin krizi ile birlikte başlayan dönemde küreselleşme parıltılarının ortadan kalkması, ABD’nin BOP stratejisindeki kırılma ile fetihçi maceraların ancak dizi sahneleriyle sürdürülebilir hale gelmesiyle bu devam etti.”

AKP’nin büyüsünün bozulması, yüzündeki demokrasi maskesinin düşmesi, ittifaklarının dağılması, Batı’nın gözünde yaşadığı prestij kaybı ve ekonomideki kontrolü yitirmesi Gezi Direnişi’nden sonrasına rastlıyor. Böyle olmasının nedeni, siyasal İslamcı aklın, direnişe yönelik cevabında saklı. Ortalama merkez sağcı bir yaklaşımdan beklenen bu türden bir isyanı “makul” yöntemlerle dindirmeye çalışmak olurdu ancak Erdoğan bu dinamiği farklı bir iktidar yapısı kurmak için kullandı. Daha doğrusu isyanın ulaştığı kitlesellik, onu buna mecbur kaldı. Zira Erdoğan, direnişi demokratik standartlar içinde kabul edip siyasal hamlelerini bu doğrultuda yapsaydı, kendisini “halkın geniş yığınlarının istemediği bir zorba” pozisyonuna düşüreceğinin farkındaydı. Tam tersini yaparak Gezi’yi “vatana ihanet” ile eş tuttu ve “darbe” olarak kodladı. Böylece meseleyi demokratik sınırların dışına çıkardı. Hedefi, konsolide ettiği kitleyi Gezi’nin demokratik bir hareket değil, “dış güçlerin organize ettiği bir tezgah” olduğuna inandırmaktı. Böylece kendisini, “milli iradenin tek temsilcisi” ve “demokrasinin koruyucusu” olarak tescilleyebilecekti. Özetle Erdoğan’ın Gezi’ye yanıtı, ülkenin yarısını, diğer yarısına düşmanlaştırmak oldu. Liderliğinin sarsılmaması için iktidarını yumuşak bir kabullenişle değil, sert ve radikal bir reddedişle koruma yoluna gitti. Halihazırda karşı karşıya olduğumuz toplumsal kutuplaşmanın altında, o dönem tasarlanan bu psiko-politik mühendisliğin yattığı söylenebilir. Yurttaşların aklını yalanla zehirleyen ve hakikate amansız bir savaş açan havuz medyasının da büyük katkısıyla, bugüne kadar Erdoğan’ın taktiğinin tuttuğunu söylemek mümkün. Ancak uzun vadede rejimin bu karakter değişiminin götürüsü, getirisinden çok daha fazla oldu.

Sandık artık çare olmayacak
Geçtiğimiz 16 yıl boyunca seçimler AKP iktidarı açısından zor zamanlarda başvurulan bir joker gibi kullanıldı. Gezi’den sonraki süreçte de seçim kartı ön plandaydı. Türkiye Gezi Direnişi’nin gerçekleştiği günden bu yana, son 5 yılda 5 seçim süreci yaşadı (Arada bir de askeri darbe girişimi var). Seçimler, AKP’nin toplumsal kutuplaşmaya dayalı siyaset denkleminde, ihtiyaç duyduğu “şok”ları üretti. Bu şok anlarının, 7 Haziran 2015’teki seçimde de görüldüğü gibi, iktidar aleyhine bir durum yaratabilme potansiyeli de söz konusu olabildi. O nedenle iktidar açısından toplumsal kutuplaşmayı savaş konseptiyle harmanlamak elzem hale geldi. Nitekim 7 Haziran-1 Kasım arası “gerekli” ortam sağlandı. Gezi sonrası yaratılan toplumsal kutuplaşma, savaş yöntemleri kullanılarak korku psikolojisiyle derinleştirildi. Tehdit, baskı, hedef gösterme ve operasyonlar, seçim dönemlerinin vazgeçilmezleri oldu. Devamlı bir meşruiyet krizine giren ve yönetebilme yeteneğini kaybeden AKP, devletin zor aygıtlarını sonuna kadar kullanarak sandıktan çıkardığı sonuçlarla suni ve etkisi kısa sürede tükenen hastalıklı bir meşruiyet zemini üretmeye çalıştı. Bununla birlikte sandık, muhalefeti sindirmenin ve moralsizliğe sürüklemenin de aracına dönüştürüldü.

Tüm bunlara rağmen, mevcut konjonktürde iktidarın siyasi kondisyonu yeterli seviyede değil. Oluşturulan toplumsal havanın ilelebet sürmesini beklemenin zaten mucizeyi beklemek anlamına geldiğini bir kenara koyalım, siyasi takvimin kum saatini AKP ve Erdoğan aleyhine çevirdiğini vurgulamamız gerek. Bunun sebepleri ise çeşitli. Öncelikle 2013’te Haziran isyanının açığa çıkardığı tepkisellik hiçbir yere kaybolmadı. Ana ekseni laiklik, özgürlük, demokrasi ve cumhuriyet gibi değerler olan bu dinamiğin unsurları, süreçlere göre farklı siyasal mecralara yönelmiş olsalar da, ‘Gezi Ruhu’ toplumsal dokuda varlığını korumaya devam etti. AKP bu ruhu ne satın alabildi ne de etkisizleştirebildi. Gezi, siyasal İslam’ın karşısına farklı görünümlerle ve söylemlerle çıkmayı sürdürdü. Zaman içinde olgunlaştı ancak kitleleri mücadeleye çeken yaratıcı karakterini hiç yitirmedi. 16 Nisan referandumundaki Hayır ve şimdiki TAMAM çıkışının temelinde de Gezi’nin sözünü ettiğimiz birikimi yatıyor. Belki Gezi Ruhu’nu 2013 Haziranı’ndaki biçimiyle bir daha göremeyeceğiz ama onun ülkenin geleceğini şekillendirecek en kritik parametrelerden biri olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. CHP’den İyi Parti’ye, HDP’den Saadet’e; muhalefet partilerinin siyasi kampanyalarında benimsedikleri dile bakarak bile bunu anlamak mümkün. Partiler Gezi’nin politik ufkunu içselleştiren ve geliştirmeyi hedefleyen bir program sunamasalar da, Gezi’yi ortaya çıkaran kolektif akla hitap etmek için büyük bir çaba gösterdiler.

her-seyin-basi-gezi-her-seyin-sonu-tek-adam-478628-1.
Şimdi ortada siyasal İslam’ın istediği “sağ-sol” karşıtlığı değil; sağda hegemonyasını kaybetmiş, Bahçeli’yle baş başa kalmış AKP’ye karşı, sağ ve sol partilerin bir araya gelerek oluşturduğu bir ittifak görüntüsü var. Kısacası Erdoğan’ın, “biz ve onlar” şeklinde formüle ettiği sağ-sol ikilemine oturan siyasal denklem, 24 Haziran virajında “biz”in ayrı telden çalmasıyla boşa düştü.

Erdoğan’ın sarsılan tekeli ve Batı’yla olan ikili ilişki
AKP’nin yaşadığı sıkışmışlığından söz ederken irdelenmesi gereken bir başka nokta da Erdoğan’ın sağda sarsılan hakimiyeti olmalı. Zira bu noktada, önceki yıllara göre önemli bir değişiklik söz konusu. 2002’den bu yana Türkiye sağının devamcısı ve mutlak lideri gibi görünen Erdoğan, bugün sağın içinden çıkan diğer aktörlerin kendisine yönelik muhalefetiyle karşı karşıya. Sağın rakipsiz lideri olmak, Erdoğan’ın çok önemsediği bir rütbeydi. AKP’ye ağır eleştiriler yönelten Has Parti lideri Numan Kurtulmuş’u ve Demokrat Parti lideri Süleyman Soylu’yu mevki-makam ve maddi olanaklarla kendi safına çekmesi, onun sağda tekel olmaya ne denli kıymet verdiğinin göstergesiydi. Ancak Erdoğan’ın mahallesinde artık İyi Parti ve Saadet gibi, kendisine yüksek tondan muhalefet eden iki aktör var (Saadet yeni bir parti değil ancak etkisinin son süreçte ‘Sıfır baraj ittifakı’ ile arttığını söylemek mümkün). Erdoğan’ın seçim çalışmalarında sadece CHP’yi, Kemal Kılıçdaroğlu’nu ve Muharrem İnce’yi muhatap almasının altında, sağdaki bu parçalanmışlığı ve kaybettiği hegemonyasını gizleme çabası yatıyor. Erdoğan, son birkaç aydır ne Meral Akşener’i ne de Temel Karamollaoğlu’nu ağzına aldı. İyi Parti’yi ve Saadet’i görmezden gelerek, seçmende siyasi zıtlaşmanın Türkiye sağı ve CHP arasında cereyan ettiği yönünde bir algı yaratmaya çalıştı. Hatta bir ara “Komünistler köprüyü satmaya çalıştı” diyerek işin dozunu “komünistlere karşı mücadele ediyoruz” boyutuna kadar taşıdığı da oldu. Her ne kadar kitlesinin bir bölümünü havuz medyası aracılığıyla hipnoz etmeyi başarsa da, sosyal medya gibi iletişim araçlarının da büyük etkisiyle tüm ülkeyi bu şekilde manipüle etmesi mümkün olamadı. Şimdi ortada siyasal İslam’ın istediği “sağ-sol” karşıtlığı değil; sağda hegemonyasını kaybetmiş, Bahçeli’yle baş başa kalmış AKP’ye karşı, sağ ve sol partilerin bir araya gelerek oluşturduğu bir ittifak görüntüsü var. Kısacası Erdoğan’ın, “biz ve onlar” şeklinde formüle ettiği sağ-sol ikilemine oturan siyasal denklem, 24 Haziran virajında “biz”in ayrı telden çalmasıyla boşa düştü. Yeni tablonun nasıl bir siyasi mimari yaratacağını ise bu akşam öğreneceğiz.

Bir başka gerilim hattı ve çözümlenmesi güç derin çelişkiler de AKP’nin Batı’yla olan ilişkilerinde kendini gösteriyor.

Siyasal İslamcı rejimin, Batı dünyasıyla yaşadığı gerilim, iç politikada İslamcı-milliyetçi dalgayı kabartma fırsatı yaratsa da, ekonomide bu gerilimin yol açtığı hasar oldukça ağırlaşmaya başladı. AKP’nin dışa bağımlı ekonomik modeli, bünyesinde aslında hiç de Batı’ya kafa tutabilecek bir potansiyel barındırmıyor. Bu nedenle yaratılmaya çalışılan görüntüye ters şekilde, masa altından Batı’yla tokalaşmanın yolları aranıyor. Bakan Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’nın Londra’ya gönderilip, Erdoğan’ın efelenmelerini boşa düşürecek şekilde faiz artırım sinyali vermesi ve kısa bir süre sonra bu kararın alınması, rejimin gerçek karakterini ortaya sermişti. Zaten Erdoğan’ın Şimşek ve Çetinkaya’dan önce gittiği Londra’da, AKP’lilerin “nifak ve fitne üssü” dedikleri Chatham House adlı ‘düşünce kuruluşu’nda konuşma yapması da AKP’nin hâlâ emperyalist kampın koyduğu piyasa kurallarına bağımlı kalmak istediğini gösteriyordu. Yani rejim sahnede Batı’ya diklenirken, kuliste aynı Batı’nın kendisine kredi açması için dil döküyor. Bu çelişkili halin sürdürülemez olduğunu söylemeye bile gerek yok.

24 Haziran yeni bir kapı açabilir
İşte tüm bunlar rejimin yaşadığı sıkışmayı ve neden bir devrin sonuna geldiğimizi gösteren gelişmeler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi siyasal İslam döneminin sonuna doğru yaklaşılması, yalnızca siyasal İslam’ın yaşadığı bunalımla ilgili değil. Toplumsal tabanda biriken itiraz, artık devlet baskısıyla engellenemez durumda. Aslında her şey Gezi’nin “sihirli” dokunuşuyla başladı. Siyasal İslam’ın serüveni ise ‘tek adam’ idaresiyle son günlerini yaşıyor. Fakat Gezi Direnişi’nin rolünü sadece iktidarı bozmakla sınırlı tutmak, tarihi isyana yapılacak en büyük haksızlıklardan biri olur. Geleceğe seslenen bir hareket olan Gezi, yalnızca AKP rejimine bir eleştiri getirmedi. Bir bütün olarak toplumu edilgenleştiren, geleneksel ve bir o kadar da dar siyaset kalıplarına yönelik köklü bir itirazın doruk noktasıydı. Seçimler, diktatörlükten demokrasiye uzanan bir kapı açabilir. 24 Haziran bu açıdan yabana atılabilecek bir fırsat değil. Ne doğrudan ne dolaylı olarak, siyasetsizliği; öyle ya da böyle siyasal İslamcı rejimin işine gelecek, reelde onun geriletilmesini engelleyecek hamleleri kaldıramayacak kadar kritik bir öneme sahip. Fakat 24 Haziran akşamı demokrasiye açılması muhtemel olan o kapıdan geçerek aydınlık geleceğe doğru yürüyebilmek, Gezi’de beliren dip dalgasını, direnişin felsefi anlamını içselleştirerek büyütmeyi hedefleyen bir hareket planıyla mümkün olabilir. Olumsuz bir sonuçta da alternatif bir yol, yine Gezi’nin yaydığı ışıkla görünür kılınabilir. İşin doğrusu, o demokrasi yolunu Gezi’nin önce Hayır, sonra da TAMAM’la sıçrama yapan birikiminden başka yürümeye talip başka bir güç de yok.