KADİR İNCESU Hayal Yayınları tarafından yayımlanan yeni şiir kitabı ‘Bir Uzun Gökyüzü’nde nesneleri ve nesnelerin yaratıcılarını şiirleştiren Arife Kalender ile şiiri üzerine konuştuk. Alışılagelmiş Arife Kalender şiirinden farkı nedir yeni kitabınızdaki şiirlerin? Yeni olan ya da fazla el atılmamış temaları işlemeye çalışıyorum. Örneğin: Beşinci kitabım ‘Kadın Burcu’, tümüyle kadının bedensel acılarını, baskıları, korkuları işleyen bir […]

‘Her şeyin dilini şiire çevirdim’

KADİR İNCESU

Hayal Yayınları tarafından yayımlanan yeni şiir kitabı ‘Bir Uzun Gökyüzü’nde nesneleri ve nesnelerin yaratıcılarını şiirleştiren Arife Kalender ile şiiri üzerine konuştuk.

  • Alışılagelmiş Arife Kalender şiirinden farkı nedir yeni kitabınızdaki şiirlerin?

Yeni olan ya da fazla el atılmamış temaları işlemeye çalışıyorum. Örneğin: Beşinci kitabım ‘Kadın Burcu’, tümüyle kadının bedensel acılarını, baskıları, korkuları işleyen bir kitaptı. ‘Kadın’ cinsel obje olarak çok yazıldı ama onun kendi söylemi ve gözlemiyle bedenine dair şiirleri (Bekâret, gebelik, kürtaj, doğum, tecavüz, dul kadın baskıları, analık korkuları…) yok denecek kadar azdı. Bu kitabım eril şiir bakışıyla yok sayıldı, belki algılanamadı, görülmedi. Şairin hayatı şiire dahil olduğuna göre, bunu ancak bir kadın yazabilirdi ve temaları bakımından ilk kitap olduğunu düşünüyorum. Tek tek bazı şiirler yazılmış olsa da, tümüyle bir cinsin bedensel, psikolojik, sosyolojik ve tarihsel durumlarının şiirleri.

Bunu ‘Delibal’ izledi. Buradaki uzun göç destanı (Ağrı İstanbul’a Benzer) Türkiye’nin doğusu ve batısında yaşananların çok da farklı olmadığını; “Ağrı’da vurulan keklik/ İstanbul’da bulunur” derken, yoksulluğun, ezilmenin, sömürü ve baskının her yerde benzerliğini söyledim.

Yeni kitabım ‘Bir Uzun Gökyüzü’ ise; içerik olarak çok farklı ve yeni temalardan oluşuyor. İlk bölüm ‘Ellerin Şiiri’nde şairle zanaatkârı (Marangoz, terzi, işçi, madenci, bahçıvan, kuaför, aşçı…) işçilik ve yaratıcılık bağlamında yakınlaştırırken; şiirle de kimi nesneleri benzer kıldım. Bahçıvan ve gül, marangoz ve yatak, terzi ve perde vb gibi…

İkinci bölüm ‘Şeylerin Söylediği’nde ise, her şey konuşuyor. Sokak, dağ, nehir, ova, deniz, çiçek, park, resim… Doğal olarak kimi şeylerin ustası yok.

Kitabı bu temalarla hazırlama nedenim: Günden güne yok olan görüntüler, unuttuklarımız ve yabancılaştıklarımız. Çocukların dağı ovadan ayıramadığı; kuşu, otu, ağacı tanımadığı günlerimizde tematik anış ve duyumsatmalarla yaşamı yenilemekti amacım. Bozacı da, kalaycı da yolların rengiydi bir zamanlar. Silinen, yiten renklere, seslere ve yaşamlara bir selam vermekti niyetim. Örneğin, günde onlarca iş kazası, madenci ölümü var da onların şiiri yok gibi. Düşünsene, evimizde her akşam yorgunluğumuzu, kaygılarımızı, sevincimizi yataklardan, koltuklardan başka kim tanır? Ayrıca perdeyi, paltoyu diken terzinin, yemeğimizi pişiren aşçının elleri her an bizimle değil mi? Bahçıvanın bir bağı güzelleştirmesiyle, gülü budamasıyla şairin şiire biçim vermesi çok mu ayrıksı?

Her kitap kendi içeriği ve biçimiyle gelir. ‘Bir Uzun Gökyüzü’ nesnelerin söyledikleri ve onları yapan ustaların emekleriyle oluştu. Her şeyin konuşabildiğini, sözü olduğunu gördüm. Yaşam çok sesli. Yalnızca çevremdeki her şeyin dilini, şiire çevirdim.

  • Benzer bir çalışma var mı?

Bildiğim kadarıyla böyle bir çalışma yok. Az önce söylediğim gibi; belki tek tek bir iki şiir, farklı şairler tarafından yazılmış olabilir. Ama böyle bir çalışmaya rastlamadım.

  • Her ustayı yaptığı işin şairi yapmışsınız dizelerinizle.

Kuaföre gittiğinde; pat diye makas sallamıyor. Kafana, yüzüne, saçın cinsine, rengine göre biçim veriyor, uğraşıyor. Tabii sözüm işini şair titizliği, birikimi ve yaratıcılığı doğrultusunda yapanlara. Her yazılanın şiir olmadığını düşünürsek, her terzinin, marangozun, işçinin yaptığı da özgün olmuyor.

  • “bilmez ki sildiği nedir, parlattığı ne / nihavend bir şarkıdır nesnelerin üstünde / bir susar iki söyler” Dizelerinizin bulunduğu ‘Kalaycı’ şiirinizde siteminiz biraz da yalnızlaşan / yalnızlaştırılan anılara mı?

Gidenin hüznü kaçınılmaz. Şiirin yaşanmışlıkla bağı çok. Kalaycıyı, bozacıyı şiire taşıyan şey günlerimize sinen sesleri, renkleri değil mi? Çoğu şeyin kaybolması zaman içinde normal. Ama gidenin yerine daha estetik ve doğru şeylerin konmuyor olması yoksulluğu artırıyor. Güzel bir sokağın yok olması, tarihi bir binanın yerini betonun alması, ağaçların tükenmesi, kuş ölümleri, denizler… İnceliklerin yok oluşu barbarlaştırıyor yürekleri.

  • ‘Duvar Ustasının Şiiri’ndeki “ördüm, günlere örüldü ömrüm / yığıldı imge, arttı sesler / duvarın ön yüzü görünen şiir / arka yüzünde bendeki ben var” dizeleri Arife Kalender’in poetikası mıdır?

Öyle de denilebilir. Her ne kadar her şiir, şairini içinde taşısa da, dışarıda kalan başka bir yüzdür. Şiirlerim hem ‘ben’dir, hem de öteki. Duvarcının ördüğü duvarda adı yazmaz; ama teri, soluğu, ömrü sinmiştir. Dize örgüsündeki işçiliği de buna benzettim. Bir şiirimde: “Hem bendim, hem değildim o kadın/ canımın dallarında, kanımda sakladığım” demiştim. Her şiir hem şairidir, hem de değil.

  • Son sorum da ‘Nehrin söylediği’ için olsun… Şiirinizde hem kadınlığın zorluklarını anlatmışsınız hem de ‘şair kadın’ olmanın… Neydi sizi çıkaran, ‘aklın sınır dışına.’

Yaza okuya aklın sınır dışına çıkabildim. İyi ki de çıkmışım. Deliliğin özgürlüğe değen kanadını çok seviyorum. Sınırlar içinde şiir yazılamaz, sanat yapılamaz.

‘Nehrin Söylediği’nde şair kadınları nehirle andım. ‘Şair olmak’ eğlenceli ve çekici görünse de kadınlar için oldukça zor. Didem Madak, Gülten Akın, Sennur Sezer, Melisa Gürpınar… Tümünün yaşamı incelense, nehir yatağında ne zorluklar, ne kazma izleri, tırmıklar görünecek. Bir söyleşide: “Bebeye meme verirken, aynı anda şiir yazılmıyor” demiştim. Bu işin doğa yanı. Asıl zorluklar kalemi kullanmakta, kalemin yazdıklarında…

Baktım, gördüm, düşündüm… Öyle çıktım aklın sınır dışına.