‘Karpuz içinde çocuk’ ile meydanlara kondurulan nesneler tekrar tartışmaya açıldı. Meydanların geçirdiği dönüşümü değerlendiren Heykeltıraş Aylin Tekiner, “Kamusal heykelin düştüğü durum, kültürel kuraklaşmayı hatta çürümeyi iyice gözler önüne seriyor” dedi.

Heykel görünümlü kentsel zehirlenme

Dilan Esen

Diyarbakır Valisi’nin “Gerçeğe çok uygun” diyerek savunduğu ‘karpuz içinde çocuk’ ve ‘tatlıcı’ heykeli, AKP iktidarı döneminde yapılan heykeller konusunda yeni bir tartışma başlattı. Heykeller daha sonra belediye tarafından kaldırıldı. Ancak Melih Gökçek’in öncüsü olduğu dev kol saati, dinocan gibi heykellerle başlayan yapılar, pek çok kentte leblebi taşıyan el, Nasrettin Hoca, dev bazlama ve daha nicesiyle sürdürülüyor. Heykeltıraş Dr. Aylin Tekiner, ülkenin meydanlarına kondurulan heykellerin dönüşümünü, topluma yansımalarını ve idelojik boyutlarını BirGün’e değerlendirdi

► Geçmişte daha farklı heykel örnekleriyle karşılaşıyorduk fakat şimdi durum değişti, neler oldu?

Türkiye’de bilindiği gibi heykelin tarihi Osmanlı’nın son dönemlerinde başlar ama asıl heykel olgusundan bahsetmemiz yani toplumun kamusal alanda heykelle tanışması Cumhuriyet dönemine nasip olur. Ama Cumhuriyet döneminin de handikapı toplumun kamusal heykel olarak algıladığı tek örneğin, tek figürün Atatürk heykelleri olmasıdır. Belli dönemlerde birtakım çeşitlenmeler olmuştur elbette. Örneğin Cumhuriyet’in 50’nci yılı etkinlikleri kapsamında Atatürk konusu dışında birtakım heykeller yaptırılmıştır. Gerçi o heykellerin akıbeti ya da yapıldıkları döneme damgasını vuran, koalisyon deviren siyasal krizler de ayrı bir tartışma konusu. Yani sözün özü bugün bile heykel denince toplumun hafızasında Atatürk heykeli belirir.

DİĞERLERİNE DE BULAŞTI

► Ülkede çeşitli heykel örneklerine uzun yıllardır tanık olunuyor. Özellik eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde kentte farklı örnekler sergilendi. Dinocan, dev kol saati, robot gibi… Yıllar içinde ülkenin çeşitli yerlerinde de örnekleri arttı, son olarak Diyarbakır’daki karpuzun içindeki bebek heykeliyle. Bu dönüşüm nasıl bir süreçten geçti?

Refah Partisi’nin 1994 seçimlerinde Ankara, İstanbul gibi en önemli büyükşehir belediyelerini almasının ardından toplum heykel bağlamında yeni bir estetik dönüşüme tanık olacaktı. İşin enteresanı bunu dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’dan ziyade Ankara’da Melih Gökçek’in uygulamalarında daha belirgin olarak gördük. Bu dönemde laik-antilaik kutuplaşmasının tırmandığı önemli bir idelojik yarılma söz konusuydu. 12 Eylül Darbesi sayesinde Türk-İslamcı ideoloji eğitim politikalarının omurgasına yerleşmiş ve 28 Şubat öncesinde gövdelenip kendisine mecra bulan siyasal İslam, Refah Partili belediyeler sayesinde yeni ve imkânı bol bir pozisyon yakalamıştı. 28 Şubat’a doğru giderken Refah Partili belediye başkanları Atatürk heykellerinin önüne çelenk koymama ya da Atatürk heykellerinin önündeki resmi törenlere katılmama gibi tepkisel yaklaşımlar sergilerken Melih Gökçek el yükselterek müstehcen bulduğu heykelleri kaldırmaya başladı. Bunun ilk örneği Tandoğan Meydanı’ndaki ‘Su Perileri’ adlı heykel grubundan oluşan havuzunun kaldırılmasıdır. Bir sabah Tandoğan Meydanı, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait, Avrupa’da da pek çok örneğini göreceğimiz bronzdan meydan çeşmesinin yerine üzerinde ‘Kütahya Porselen’ yazan, Türkiye’nin çini estetiğinin yetkinliğinden uzak, çirkin bir fincan ve çay sürahisiyle karşılaştı. Klasik heykellerle kompoze edilmiş estetik bir havuzdan, ibriğinden su akan fayans kaplı kaba bir sürahi estetiğine geçiş tam da bugün karşı karşıya olduğumuz garabetin miladıdır. O dönem bu dönüşüme dair pek çok eleştiri gündeme geldi. Bunlar değerli tartışmalardı elbette ama ne yazık ki onca eleştiri, Melih Gökçek’in bir çeyrek asır boyunca kente ve topluma dayattığı form diline engel olamadı. Özellikle de AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber Gökçek, ‘altın çağını’ yaşadı ve görev süresi boyunca diğer belediyelerdeki meslektaşlarına sınırların ne denli zorlanabileceğinin cesaretini ve esinini verdi.

RANT KAPISI

Yıllar içinde pek çok sanatçının eseri kaldırılarak yerine bu nesneler konulması hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bunları heykel olarak değerlendirmekten ziyade kentsel aidiyet nesneleri olarak nitelendirebiliriz. Pek çok kişinin de hatırlayacağı gibi 80’li yıllarda bir lunapark estetiği, lunapark plastiği vardı. Dönen balerin ya da korku tünelindeki kötü ve hatta komik de olan canlandırma figürler o lunapark estetiğinden aklımda kalanlar. Oradan bugüne bakacak olursak AKP’nin kamusal alanı azami düzeyde bu plastikle donattığını ve bu zihniyetin her bir şehri ve dolayısıyla toplumu sığ bir yerden yeniden ürettiğini söylemek mümkün. Türkiye’de inşaat, betonlaşma, çarpık ve çirkin yapılaşma, bayağılık ve banallik ile ülkeye son 25 yılda onulmaz zarar vermiş bir zihniyet ve ahlak dönüşümünden söz ediyorum. Bu kentsel aidiyet nesnelerine baktığımızda bir temsil fikrine fazlasıyla saplanmış ama hiperrealistik de diyemeyeceğimiz, çünkü o yetkinlikte de olmayan, yüzlerce, belki de binlerce kötü uygulama görüyoruz. AKP zihniyeti rant kapısını hiç kapamak istemediği için bu nesneler babında da inşaat sektöründe müthiş bir arz-talep ilişkisi oluştu ve müteahhitlik firmaları belediyelere proje önerileriyle gitti. Bu önerdikleri projelerin bir bölümü de müzecilik furyasıyla Lale Devri’ni yaşadı. Son 15 yılda içerikten yoksun, kabarık bütçeli pek çok müze projesi hayata geçirildi. Bu müzelerde balmumu heykeller kullanıldı. O dönemin atmosferini gösterecek oryantalist ve folklorik öğelerin kullanıldığı, gerçek kıyafet giydirilen balmumu heykeller AKP’lilerin hoşuna gitti. Kuvvetle muhtemel, her bir müze açılışında döktükleri onca paraya değdiğini düşünerek gururlandılar da. Açık alana gelince parklarda, meydanlarda, bahçelerde kullanılan versiyonlarında o derece hiperrealistik uygulamalar mümkün olmadı ve lunapark estetiğinde plastik, hızlı üretilen, rengârenk boyanmış nesneleri şehir girişlerinde, refüjlerde sergileme yoluna gittiler. 2000’li yılların başında Ankara’da Ragıp Çiçen isimli bir heykeltıraş tarafından yapılan Ankara keçileri geliyor aklıma. Hatırlarsanız Murat Karayalçın döneminde heykeltıraş Suat Kızıltuğ’un yaptığı ‘Ankiler’ vardı. Stilize edilmiş keçi heykelleriydi bunlar ve bir estetik alandan sesleniyorlardı. Melih Gökçek döneminde ise Ragıp Çiçen’in yaptığı keçiler ana trafik akslarındaki refüjlere yerleştirildi. Kızıltuğ’un ‘Ankiler’inin tersine birbirinin aynısı, sanatsal nitelikten yoksun keçi heykelleriydi bunlar. Keçilerin refüjlere yerleştirildiği gece Ragıp Çiçen şöyle bir açıklama yapmıştı: “Heykeller yerleşip peyzaj için gübre döküldüğünde keçiler canlanacak sandım.” Çeçen’in sözleri bugünün kültürel sığlığını anlatmaya adeta biçilmiş kaftandı.

heykel-gorunumlu-kentsel-zehirlenme-875560-1.
Dr. Aylin Tekiner

Melih Gökçek’in daha göreve başlar başlamaz Mehmet Aksoy’a ait Ankara’daki ‘Periler Ülkesinde’ adlı heykeli kaldırtıp o meşhur, unutulmaz cümleyi kurduğunu da hatırlayalım: “Böyle sanatın içine tükürürüm.” Tayyip Erdoğan da aynı sanatçının anıtını ucube bulmuştu hatırlarsanız. Bir resme, bir heykele ya da mimari bir yapıta nasıl bakacağını, yorumlayacağını ya da eleştireceğini bilmeyen siyasal iktidar şiar edindiği antientelektüelizmi toplum içerisinde de yerleşik kıldı ve bu yönde toplumu vandallaşmaya, kutuplaşmaya teşvik etti. Hatta toplumun azımsanmayacak bir kesimi kolaylıkla bir sergi mekânını basacak, müstehcen olduğu iddiasıyla bir heykeli kırıp parçalayacak ve bununla gurur duyacak seviyede güdülüp yönetildi. Banal diyeceğimiz kentsel aidiyet nesneleri de toplumun bir şekilde beğenisini kazanan, yer yer garipsenmekle beraber ama çoğunluk tarafından pek de rahatsız olunmayan, alışılan nesnelere dönüştü.

Bu nesneler üzerinden rant elde ediliyor mu?

Burada toplumun atlamaması gereken bir yer var ki o da bu işin arkasındaki rant. Diyarbakır’daki uygulamalara baktığımızda ve harcanan bütçeyi gördüğümüzde işin vahameti ortaya çıkıyor. Eskiden heykel uygulamalarına bütçe ayrılırken tartışmalı ve sorunlu olmakla birlikte görece de olsa bir denetim mekanizması işler haldeydi. Bugün ise heykele ayrılan bütçenin kapsamı, arada kaç kurum var, kaç taşeron firma aynı yerden ekmek yiyor ve ne türden bölüşümler var bilinmiyor. Görünen ve bilinen şu ki işi alan taşeron firmalar aslında yetkinliği olmayan plastik obje üreten fabrikalarla işbirliği içinde. Dayatılan estetik de AKP’nin kültür politikasının acizliğini net bir yerden gösteriyor.

Ben bir heykeltıraşım ve olan biteni dehşet içinde izliyorum. Geçmiş yıllarda İlhan Koman, Kuzgun Acar, Ayşe Erkmen gibi çok önemli sanatçıların heykellerini kamusal alanda kısmen de olsa görebiliyorken bugünün sığlığı ve kamusal heykelin düştüğü durum içinde bulunduğumuz kültürel kuraklaşmayı hatta çürümeyi iyiden iyiye gözler önüne seriyor.

Oryantalist ya da folklorik ögeleri yorumlama, stilize etme duygusundan yoksun bu zihniyet pek çok mecrada olduğu gibi burada da banallik üzerine kuruyor siyasetini. Bu ürünler müteahhit şirketler tarafından ne yazık ki iş bilmez, estetik donanımdan yoksun yetkililere pazarlanıyor. Bu şirketler için belediyeler müthiş bir rant kapısı elbette. Birtakım projeler üretiyorlar ve o şehir için çok önemli olduğu iddiası ve bir pazarlamacı iştahıyla bunları iş bilmez yöneticilere pazarlıyorlar. Ne yazık ki bu türden inşaat firmalarının, müteahhit kafasının ve çirkin, estetikten çok yoksun zihniyetinin eline düşmüş durumda ülkenin parkları, bahçeleri, meydanları. Bugünün merkezi yönetim zihniyeti niteliksiz ve sanatsal değeri olmayan bu nesneleri, kamusal alanda kamunun cebinden çıkan çok büyük bütçelerle meydanlara yerleştiriyor. Bu gidişat, kent estetiğinin ve toplumun beslenme damarlarının ne denli yok olduğunu ve sığlaştığını gösteriyor.

Bu kentsel aidiyet nesneleri Melih Gökçek’in öncülüğünde başladı ve akabinde pek çok belediye tarafından uygulamaya kondu. Ve ne yazık ki bu uygulamalar sadece AKP’li belediyelere de ait değil. Sembolleri kente yerleştirme zihniyeti pek çok belediyeye bulaştı. Bu belediyecilik anlayışından hızla kurtulmak gerektiğini düşünüyorum ve toplumun dönüştürücü bir estetikle tanışmasını, karşılaşmasını elzem buluyorum.

Heykel olarak koydukları bu tür nesnelerin yanı sıra bir şey daha yaptılar, bu aslında tam bir Dubaileşme zihniyetiydi. Ülke kuraklığın eşiğindeyken parklara yapay kayalar inşa ederek şelaleler yaptılar. Estetiği buradan kurduklarını düşündüğümüzde neye öykündüklerini veya büyükşehirlerin betonlaşmasına, gökdelenlerin bu denli artmış olmasına baktığımızda yüzlerini nereye döndürdüklerini de anlıyoruz. Bir Dubai estetiğinin kötü uygulamalarını şehirlerde ne yazık ki sıkça görüyoruz.

TOPLUM ZEHİRLENİYOR

Meydanların yaşadığı bu dönüşümle topluma da nefes alacak alan bırakılmamış gibi görünüyor. Toplum neye maruz kaldı?

Özellikle Cumhuriyet döneminin ilk anıtlarına baktığımızda örneğin Taksim Cumhuriyet Anıtı, Ankara Ulus Zafer Anıtı ya da İzmir Atatürk Anıtı yapıldıkları dönemden itibaren uzun yıllar ve hâlâ toplumun zaman geçirdiği, toplaştığı ve kamusal alanı tecrübe ettiği mekânlardır. Bu anıtların estetiğini yüceltmek niyetinde değilim elbette hatta toplumun ihtiyaçlarını, hakikati ve tarihsel adaleti tesis edecek yeni heykel/anıt açılımlara ihtiyaç olduğunun da altını çizmeliyim. Bu içerikleri tartışmak şöyle dursun biz hâlâ çatalın ucundaki İnegöl köftesi, karpuza oturtulmuş bebek ya da Van kedisi gibi gariplikleri konuşuyoruz bugün. Bu seviyede örülen bir kamusal mekânda toplumun soluk alması mümkün değil. Bunu ancak bir zehirlenme olarak nitelendirebiliriz ve olan da budur. Heykelin sığ bir temsiliyet üzerinden algılandığı ve temsiliyetin estetik beğenideki tek kıstas olduğu bir düzlemde dönüştürücü bir estetik değer bütününden söz edemeyiz.

***

İslamcı zihniyet kamusal alanda

Bu nesneler üzerinden nasıl ideolojik propaganda üretiliyor?

Diyarbakır’da yapılan dört örnekten dikkatimi çeken bir diğer uygulama da bir bakır ustasının betimlendiği çalışma. Kılık kıyafetinden Müslüman olduğu kolayca anlaşılan şu yaşlı bakır ustası. Sadece bu uygulama üzerinden bile nasıl bir ideoloji üretildiğini okumak mümkün. Söylemeye lüzum yok Diyarbakır çok yoğun Ermeni nüfusunun yaşadığı bir şehirdi ve Ermeniler bugün Türkiye’de zanaat olarak neyi sıralarsak pek çoğunda öncü ve yetkin bir toplumdu. Siz eğer bakır ustasını bir Müslüman üzerinden temsil ederseniz burada bilinçli bir seçim yapmış olursunuz ve Türk-İslamcı zihniyeti kamusal alanda da tekrarlamış olursunuz. Bunlar elbette hiç şaşırtıcı seçimler değil. Bir şehrin yaşayan en önemli zanaatlardan birinin nüvesini, ustasını özellikle değiştirmek ve Müslüman bir kimlikle tanımlamak bilinçli bir siyaset üretimi. Bu dönemin estetik tahayyülünde başka bir siyaset üretiliyor. Antientelektüellik, sanat karşıtlığı ve zanaat bile olmaktan yoksun, yetkin olmayan birtakım nesneleri sanat olarak yutturmayla tanımlanabilecek bir ideolojik propaganda alanı olarak düşünüyorum AKP’nin kültür politikasını.