Farklı olan bir şeyin farklılığından dem vurmak ve bunu siyasetin temeline yerleştirmek -sosyal bilimlerin ve siyasi pratiğin günümüzdeki trendi olsa da- absürttür

Hukuk mu üstün, proleter devrim mi?

GÖKSU UĞURLU

Modern düşünce içerisinde tarihsel materyalizmin kurucusu olarak hem toplum bilimlerine hem de siyasi pratiğe ilişkin eşsiz eserlerin yaratıcısı Karl Marx’ın doğumunun 200. yılı içerisindeyiz. Bu büyük düşünürün şaheseri sayılabilecek ve yeni bir bilimsel yaklaşımın çerçevesini ortaya koyarak kapitalizme dair günümüzde dahi aşılamamış bir irdeleme kapasitesini ortaya koyan eseri Kapital’in yazılışının ise 151. yılındayız. Bilindiği üzere Marx yalnızca bilimsel eserleri ile tarihsel materyalizmin temellerini oluşturmamış, proleter devrimin yakınlığına olan inancı ile yaşamı boyunca onu gerçekleştirme çabasına da çokça katkı sunmuştur.

Bugün, kendini sol içerisinde tanımlayan kesimlerin büyük çoğunluğu proleter devrimden vazgeçmiş, vazgeçmemiş olanlar ise onun olasılığı konusunda büyük bir karamsarlık içerisinde. Bunu dünya genelinde olduğu kadar Türkiye siyasetinde de gözlemlemek mümkün. Zira -herhalde solun tarihi boyunca- mütemadiyen duyulan şu cümle çok şey yapmamız gerekirken hiçbir şey yap(a)mıyor oluşumuzun da bir gerekçesi olarak kulaklarımızda yankılanmakta: “Çok karanlık günlerden geçmekteyiz”... Tam da bu yüzden Marx’ın bize öğrettiklerini yaşamın somutluğunda sınamak ve gerçekliği ellerimizde tutmak için bunlara sarılmak görevi omuzlarımızdan inmiş değil. “Tarihin bizim ona atfettiğimizden daha büyük bir hayalgücü vardır.”

Sıkça duyarsınız, özellikle ‘eski sosyalistler’ söylemekten büyük bir haz duyarlar çünkü dönüşenin (dönenin) onlar değil de ‘işçiler’ olduğunu vurgulamak isterler: “Marx’ın dönemindeki kapitalizmin de işçinin de artık mevcut olmadığı apaçık ortadadır. Öyleyse Marx’ın düşüncelerini bugün de övelim, onun sosyalizm çağrısına kulak verelim ancak bambaşka araç ve hedeflerle…” Bu anlayış, Marx’ın yaptığı şeyin işçiler ile kapitalistler arasındaki ilişkileri incelediğini varsayar, sınıf mücadelesi kavramının bir karikatürünü esas alır. O yüzden de taraflar dönüştükçe ortaya koyduğu yaklaşımın eskidiğini düşünür.

Oysa Marx, bir ilişki olarak sermayeden söz etmekte, onun bütün bir toplumsal yapıdaki yerini işaretlemektedir. Ona göre söz konusu ilişki ve onun eğilimsel yasaları anlaşılmadan kapitalist üretim tarzının egemenliğinde örgütlenmiş toplumları anlamak olanaklı değildir. Onun bilimsel yaklaşımını çarpıtmak suretiyle “bakın kapitalizm çok değişti, vb” söylemler sermaye ilişkisinin -dönüşse dahi- hâlâ kapitalist toplumsal ilişkilerin temel belirleyicisi olduğunu gizleme işlevini edinmektedir. Yoksa işçiler her zaman kanlı canlıdır; her zaman işçi olmak dışında başka kimliklere sahiptir ve her zaman farklıdır. Zaten farklı olan bir şeyin farklılığından dem vurmak ve bunu siyasetin temeline yerleştirmek -sosyal bilimlerin ve siyasi pratiğin günümüzdeki trendi olsa da- absürttür.

Hukuku açıklamak

Marx’ın armağan ettiği bilimsel yaklaşımdan yola çıkarak içinde bulunduğu topluma bakmanın doğruluğunu savunanlar, tarihsel materyalizmin araçlarını reddetmek yerine onları geliştirmeye çabalamışlardır. Günümüzde burjuva hukukunun yılmaz savunucularının nadiren farkında oldukları -ya da görme yetisini haiz bulunmadıkları- araçlardır bunlar. Bu nedenle söz konusu araçlarla hukukun kendisinin nasıl inceleme nesnesi haline getirilebileceği meselesi ‘doğru yerde duran’ bilim ve siyaset insanları için hayatidir. Bu da ancak hukuku, toplumsal ilişkilere odaklanarak açıklama çabasını barındırdığında mümkün hale gelebilecektir.

Marx’ın kendi eserlerinde (F. Engels ile birlikte kaleme aldıkları da hesaba katıldığında) hukukun sistematik bir incelemesinden çok hukukun açıklanması için bazı temel ilkelerin belirlenmesi ve mülkiyet sorunu etrafında şekillenen yaklaşımlarını ortaya koyma hâkim konumdadır. Hukuk üzerine esas tartışmalar Sovyetler Birliği deneyimi esnasında alevlenmiştir ve bu dönemin en önde gelen ismi E. B. Paşukanis eserinde hukukun meta-biçim kuramını geliştirmiştir. Buna göre, burjuva hukuku yalnızca normların içeriği ile değil, hak süjesi bireyler arasındaki sözleşmede somutlaşan biçim göz önünde bulundurularak açıklanabilir. Bu nedenle basitçe burjuva hukukunun sosyalist hukuka evrilmesi söz konusu olamaz. Günümüzde Paşukanis’in takipçileri de dahil olmak üzere birçok Marksist düşünür uluslararası hukuku sorunsallaştırmakta, emperyalizm, uluslararası örgütler, insan hakları, askeri müdahaleler arasındaki bağlantıları masaya yatırmaktadır.

Hukukun üstünlüğü?

Öyle bir duruma düştük ki, birçoklarına göre burjuva biçimsel demokrasisinin asgari gereklerinin yerine getirilmesi için mücadele etmekten başka çare bulunmamaktadır. Bunun da en genel hali ‘hukukun üstünlüğü’nün savunulmasıdır. Evet, gerçekten de Türkiye dahil dünyanın farklı yerlerinde (demokrasinin beşiklerinde dahi) hukukun üstünlüğünden söz etmek olanaksızlaşmaktadır. Ancak böyle olmasının bizzat burjuva hukukunun düzenlediği ilişkilerle hiç alakası yok mudur? Ya da hukukun üstünlüğü tarafsız ve herkes için harika olanaklar barındıran bir talebe mi tekabül etmektedir? Sermayenin güncel birikim koşullarının, kapitalizmin mevcut gerekliliklerine uymayanlara dayattığı normlar ile ilgisi yok mudur bu kavrayışın? Bahsettiğimiz nedir tam olarak? Şu meşhur uluslararası toplum kimdir, onun kabul ettiği normlar nelerdir acaba? İnsan haklarındaki ‘insan’ nasıl bir yaratıktır, örneğin?

Bu sorulara cevap verilmeden belirlenecek siyasi ufuklar Marksistler için bir tercih olamaz. Marx’ın izleğini takip etmek istiyorsak muhalif olmanın içeriğini belirli bir biçimde doldurmamız gerekir. O da kapitalist toplumsal yapının ekonomik, ideolojik ve siyasi kertelerinin bize sunduğu sınırlar içerisinde hapsolarak değil, o toplumsal yapının kendisini dönüştürmek iddiasıyla yola çıkmamız ile mümkündür. Bu da her uğrakta sınıf mücadelesinin somut biçimlerinin analizinden yola çıkan ve sınıfın bileşenlerinin taleplerine popülist değil, sınıf siyasetini temel alan cevaplar üreterek mümkündür. Hak-hukuk söz konusu olduğunda da durum değişmemektedir. Sırf bütün dünya (arzu ederseniz ne idüğü belirsiz uluslararası toplum da diyebilirsiniz) bu kavramları hasretle kucaklıyor diye insan hakları ve hukukun üstünlüğünü siyasi mücadelemizin özü varsayamayız.

Önemli olan rüzgârın nereden estiği değil; o eserken bizim durduğumuz yerdir.