Kimse ilişmez bir daha Sisyphos’a, ama ismi yazılmıştır tabii ki kara kaplı deftere. Vadesi dolup da kendiliğinden gittiği zaman ölüler ülkesine, yüksek bir tepenin doruğuna çıkarsın diye, bir kaya verirler eline. Kaya, yerine koyar koymaz yuvarlanıverir tepeden aşağı gerisin geriye. İşin yoksa in, tekrar çıkart

İbret almayan kalmasın

Selim Martin - Dokuz Eylül Üni., Güzel Sanatlar Fakültesi Öğr. Gör.

Hepimizin aklında kalmıştır ibretlik öyküler değil mi? Özellikle de büyüklerimizin anlattığı, sonunu ‘yaa’ diyerek bitirdikleri, ders çıkarmamızın beklendiği kötü senaryolar. Bir de her zaman etrafımızda olan, ama nedense hiç tanımadığımız kişilerin başından geçerdi bu olaylar; “bizim eski mahalleden üst komşunun küçük oğlu”, hadi canım sen de. Şimdi bildiğiniz bütün öyküleri koyun bir kenara, size ibret verici mitleri, bu mitleri yazanları, bu mitlerden ders çıkartmak yerine, miti değiştirip sahiplerine iade edenlerden birisini, ibret içindeki ibreti anlatayım.

Bu öyküler tipik “parmak sallamaktır” aslında. Sakın ha! demektir. Bırak bana karşı gelmeyi, hoşuma gitmeyen şeyler bile yaparsan seni cezalandırırım demektir. Fakat içinde bariz korku barındırır, hem de tehdit edenin korkusunu. Muktedir, muhatabının direk yüzüne söylemez, söyleyemez içinden geçenleri, lafı da dolandırır ha dolandırır. Başkasından örnek verir, özellikle de daha büyüklerden, daha ululardan, mümkünse tanrılardan. O lafı dolandıradursun, halk, alır bu sert öyküyü, önce göğsünde yumuşatır, sonra yere indirir, içine biraz mizah, biraz kurnazlık katar, yollar gerisin geriye. Gool! Yok öyle yağma efendi, halkım ben, sende iki göz var bende milyonlarca, senin kolun uzunsa benimkisi çok güçlü, sen okumayı daha yeni öğrendin, bak bende kaç dil var. Yemezler. Haydi bakalım başlıyoruz anlatmaya, ibret almayan kalmasın.

Malum Zeus’umuz çapkın, sürekli birilerinin peşinde. Baş Tanrı ya, hayır cevabını da kabul etmiyor. Bir gün gene göz koyar bir güzele, Irmak Tanrısı Asapos’un kızına. Kız hayır deyince de tutar kolundan kaçırır ve Korinth kentinden geçerlerken Sisyphos onları görür. Sisyphos canım, hani geçenlerde ölüler ülkesinden kaşla göz arasında kaçıp kaybolan Sisyphos. Bizimki kentin kralı, hem kurnaz hem başarılı bir kral. Ama büyük bir derdi var, kentin suyu çok az, halk kuraklık yüzünden zor durumda. Neyse efendim, Sisyphos gördü ya bunları, Irmak Tanrısı kızını aramaya çıkınca, kentten bir su kaynağı çıkartması karşılığında, söyler yerlerini bir güzel. O da Zeus’u basıp kızını kurtarır. Öfkeden deliye dönen Zeus, gönderir Thanatos’u, tez zamanda Sisyphos’un canının alınmasını emreder. Öykü de burada biter. Bizler de hemen ders çıkartırız; senden büyükler ne isterse yaparlar, sen karışma, görmezden gel, yoksa başına kötü şeyler gelir. Oldu mu? Efendim duyamadım? Yüksek sesle lütfen. Olmadı tabii ki. Olmaz, bu öykü de burada bitmez.

Bizim kurnaz Sisyphos, başına gelecekleri bildiği için bir güzel saklanır, Thanatos gelince atlar üstüne, sımsıkı bağlar kollarından, paketleyip bırakır bir çalının dibine. Ancak uzun süre kimse ölmeyince Zeus anlar durumu, gönderir Hermes’i, kurtarır ölüm meleğini bırakıldığı yerden. E Thanatos devlet memuru, bilirsiniz o ortada yokken yerine bakan olmaz, işler yığılmış onu beklemektedir. Başlar hızlıca canını almaya vadesi gelenlerin. Sisyphos bakar etrafta gene ölümler başladı, sıranın ona geleceğini anlar, koşar karısının yanına. Karıcım kulağını dört aç beni iyi dinle; ölümüm yakın fakat ben ölünce bedenimi olduğu yerde bırak, ne cenaze töreni yap ne de arkamdan bir damla gözyaşı dök, vur patlasın, çal oynasın keyfine bak der ve karısına yemin ettirir. Birazdan yetişir Thanatos alır oracıkta canını bizimkinin, Hermes ruhu alıp yanına, tez elden götürür onu ölüler ülkesine. Tüm tanrılar rahat bir nefes alırlar. Sizi gidi okuyucu sizi, buradan görüyorum gülümsediğinizi, tahmin ettiniz değil mi birazdan olacakları?

Sisyphos, ölüler ülkesine varır varmaz soluğu Persephone’nin yanında alır; ölüler ülkesinin tutsak kraliçesinin yanında. Başlar yakınmaya karısından, cesedimi bile bıraktı yerlerde böyle kadın mı olur? Bir damla gözyaşı bile dökmedi arkamdan. Hem yemin bozanlar ile ailesinden birisini öldürenlere bile cenaze töreni yapılırken, benim gibi bir kralın cesedini hayvanlar yesin olur mu? Sızlatır içini tutsak kraliçenin, bu sebeple; kendi cenazesini kaldırmak ve karısına esaslı bir ders vermek üzere, Sisyphos’un ölüler ülkesinden geri dönmesine izin verirler.

Zeus bile bu kurnazlığa şaşar, zekâ karşısında ikinci kez mağlup olmuştur. Kimse ilişmez bir daha Sisyphos’a, ama ismi yazılmıştır tabii ki kara kaplı deftere. Vadesi dolup da kendiliğinden gittiği zaman ölüler ülkesine, yüksek bir tepenin doruğuna çıkarsın diye, bir kaya verirler eline. Kaya, yerine koyar koymaz yuvarlanıverir tepeden aşağı gerisin geriye. İşin yoksa in, tekrar çıkart. Anlayacağınız, yine bir yolunu bulup da ölümden kurtulmasın diye, onu sürekli meşgul edecek sonsuz bir cezaya çarptırırlar kurnaz kralımızı. Aman canım üzülecek bir şey yok, esir düştü bizimkisi düşmesine ama teslim olmadı ya en azından. Albert Camus’a bırakalım şimdi sözü, “İnsan onuru; dış etkenlerin anlamsızlığına, koşulların kaçınılmaz baskısına karşın, zorunlu olan yükü, bile bile taşımaktır ve Sisyphos bu korkunç işkenceden zevk duyar, bilincin verdiği sevinçle, umutsuzluğun mutluluğuna erişebilir. Sisyphos böylece, anlamsızlığı akıl ve bilinç gücüyle yenen, insan kahraman olarak karşımıza dikilir. Tanrı, ne yaparsa yapsın onu yenememiştir.” Şimdi de biz diyelim, yaa!

Size bir de suçu saz çalmak olan birisinin hikâyesini anlatmak isterim. Yok canım, Bahtiyar’ı kastetmiyorum. Ondan daha eski bir öykü. Yoksa daha yeni miydi? Neyse, öykü biraz uzun, kısmetse bir başka sefere. Söylencemiz sürecek. Viya Böyle!