İç içe geçmiş yaşamlar

RANA MELEK

Televizyon ekranlarından tanıdığımız başarılı sunucu Cansu Canan Özgen, sevenlerinin karşısına bu kez bir romanla çıkıyor. Özgen’in Alfa Yayınları tarafından okurlarla buluşturulan ilk romanının adı 'Dalgakıran'.

Jülide adındaki güçlü bir kadın karakterin hikâyesi etrafında şekillenen 'Dalgakıran', yazarın ilk roman deneyimi olmasına rağmen karmaşık bir kurgunun altından başarıyla kalkmış. En çarpıcı sürprizi, kendi açık etmek istediği yere kadar saklamayı ustalıkla başarmış. Genellikle bu büyüklükte bir sürprizi olan yazarlar, metin içinde âdeta yerlerinde duramayarak okura o sürprizin varlığını hissettirerek merak ettirmek isterler. Satırların arasında bıraktıkları ipuçları kendilerini göstermek için zıplayıp dururlar. Bu da bir noktadan sonra okuru yorma yahut beklentisini yükselterek nihayet açıklandığında sürprizin etkisini azaltma riski taşır. Ancak Özgen, metin boyunca bir sürprizin varlığını da incelikle gizlemiş. Metne serpiştirdiği ipuçları, ancak her şeyin açığa kavuşmasından sonra dönüp baktığınızda göz kırpıyor size. Bu da çarpıcılığı artırıyor.


'Dalgakıran', uzaktan bakıldığında kusursuz bir yaşam sürüyormuş gibi görünen ana karakteri Jülide Develi’nin bir sabah kendini lüks bir sitedeki evinin terasında, kendini boşluğa bırakmak üzereyken bulmasıyla başlıyor. Ancak ne oraya nasıl gittiğine dair bir fikri var ne de neden intihar etmek istediğine dair. Öyle ya, dışarıdan bakanların gıpta ettiği tıkır tıkır işleyen bir düzeni, zengin bir yaşamı, yakışıklı bir sevgilisi ve muazzam bir kariyeri var. Üstelik dönem dönem yoklayan migren dışında da bir sağlık sorunu yok. Dolayısıyla neden ölmek istediğini anlayamadığı gibi canının yanışına sevinecek denli de memnun yaşadığına:

“Tam ilacı parmağına sürecekken vazgeçti. ‘Sızla Allah’ın cezası, sızla! Diye parmağıyla dalaştı. Kremi yere fırlattı. Sızı, diri tutsun aklımı, diye düşündü. Yaşıyordu; kahve damlamış ve parmağını yakmıştı, canı yanıyordu. İşte yaşıyordu.” Kendini bir kez daha ölümün kıyısında bulmak istemeyen Jülide, bu travmatik deneyimin sebebini aydınlatmak istiyor ve hayatına müdahale edebilecek kadar yakınında durmasına izin verdiği tek arkadaşının telkini ve biraz da ısrarıyla terapistiyle yeniden görüşmeye başlıyor ve böylece kendini keşfetmek üzere bir yolculuğa da adım atmış oluyor.

Deneysel bir yöntem öneren terapistinin teşvikiyle farklı yaş gruplarından ve farklı geçmişlerden gelen dört kişiyle görüşmeye başlıyor. Beş benzemez insanın bir araya gelmesiyle de Jülide’nin yolculuğu yön değiştiriyor ve karakterimiz kendini umulmadık duraklarda buluyor. Her durakta hem kendini sorguluyor hem de okura kendi yaşamını sorgulama imkânı tanıyor. Son âna kadar açık edilmeyen sürprizler okuru hazırlıksız yakalarken bir yandan da hiç benzemediğini sandığımız yaşamların gerçekten de birbirlerine uzak olup olmadığını düşündürüyor. Aynı kaynaktan doğup ayrı yönlere akan ve nihayetinde aynı denize dökülen ırmaklar gibi Jülide’de birleşen karakterlerde öfkenin, nefretin, bağışlamanın ve masumiyetin izleri görülüyor.

Roman boyunca birbirinden ayrı görünen ama aslında saç örgüsü misali iç içe geçmiş ortak yaşanmışlıkların yarattığı psikolojik atmosferiyle 'Dalgakıran' edebiyatın gücüyle insanı kendi hayatı üzerine düşünmeye sevk ediyor.