“Önümüzdeki on yılın neredeyse her iki yılında bir seçim olması kaçınılmazken,  adını saydığımız siyasi tekeller arasında tercih yapmaya

“Önümüzdeki on yılın neredeyse her iki yılında bir seçim olması kaçınılmazken,  adını saydığımız siyasi tekeller arasında tercih yapmaya zorlanacak olan emekçiler, yoksullar, işsizler, ezilenler için faşizm ne anlama gelmektedir?”
Geçen haftaki “Faşizmin kokusu” başlıklı yazım yukarıdaki paragrafla son bulmuştu.
Şimdi bu paragrafı biraz açalım. İlk olarak çerçeveyi emekçi, yoksul ve ezilenlerden bir miktar öteye; köylü, esnaf, küçük burjuva orta kesime doğru genişletelim. Bu çerçeve içerisinde kalanların faşizmden nasıl etkilendiklerini, faşizmin lider kültü, ırkçı-milliyetçi- şoven yapısı, militarizmle iç içeliği, cinsiyetçiliği, sosyalizm karşıtlığı, otoriteye biatı vb özelliklerinin çizdiğimiz çerçeve içerisinde kalanlarda ne kadar yer ettiğini irdelemeye çalışalım. Örneğin ilk olarak otoriteyi ele alalım ve otoriteye biatın boyutlarını ölçmeye çalışalım. Hemen burada,” devlet olan her yerde otorite zaten vardır” denebilir.
Şüphesiz, başlı başına devlet kendi içerisinde otoriteyi ve baskıyı içermektedir. Dolayısıyla doğal olarak otorite içeren her devlet yapısı faşizm ile özdeş değildir. Ancak unutmayalım ki biz faşizm olgusunun içselleştiği, kimi zaman örtülü kimi zaman açık uygulandığı bir ülkeden; Türkiye’den söz ediyoruz.  
Hitler’in ünlü formülü neydi; “Aşağıya doğru otorite, yukarıya doğru sorumluluk.”
 Otorite faşist propagandanın can damarıdır. Her ne olursa olsun otoriteye boyun eğilmelidir. Zayıflık çok büyük bir zaaftır. Dolayısıyla kuvvete saygı duymak esas hale gelir. Faşist kişilik güç karşısında eğilir ancak kendinden zayıf olanı da ezmekten kaçınmaz. Faşist toplumda polis bir kuvvet ve korku unsurudur. Çoğunuz  otomobili olan bir kişinin şu park hikâyesine tanık olmuşsunuzdur: Otomobil sahibi aracını kaldırıma park eder. Bir vatandaş kendisini uyarır, “arkadaş buraya park etme, görüyorsun burası kaldırım.” Araç sahibi hemen diklenir “sana ne kardeşim, bekçisi misin buranın”, Ardından bir trafik polisi aracı yanaşır ve araçtan herkesi ayağa kaldıran bir anons duyulur:” İT 167 , derhal kaldırımdan in!” Az önce vatandaşa diklenen araç sahibi birden değişir, son derece yumuşar ve yılışık bir ifade ile; ” memur bey bir dakika, ne olur” Polis anonsu daha yüksek perdeden “kime diyorum ben hemen al arabanı oradan!” Araç sahibi önünü ilikler, süklüm püklüm aracına geçer ve gider. Bu durum benzeri bir şekilde bu coğrafyanın değişik yerlerinde kendini tekrarlar. Elbette faşizm için bu otoritenin bir şekilde tesis edilmesi de gerekmektedir. Bu da şiddet, işkence ve en hafifinde dayak ile kendini gösterir. Dayak toplumun hemen her yerindedir. Evdedir, okuldadır, sokaktadır, karakoldadır, stadyumlardadır, işliklerdedir. İşliklerde çırak  dayak yiyerek kalfalaşır ve ustalaşır. Doğal olarak o da aynı muameleyi çırağına karşı gösterecektir. Yine faşizmin özelliklerinden biri militarist olma özelliğidir. Parti milisleri, paramilitarist çeteler olmazsa olmazıdır. Doğal olarak ordu da faşist için bir külttür. Aralık ayı itibariyle yine asker uğurlamalarına tanık olacaksınız. Oğlunu, kardeşini, yeğenini yada arkadaşını askere uğurlayanların pek çoğu askerlik yapmış ve askerlik dönemlerinde en az birkaç kez üstleri tarafından hakarete uğramış, horlanmış, aşağılanmış, dayak yemiştir. Dayak ve aşağılama tüm dünyada militer bir disiplin aracıdır. Oğlunun, yakınının dayak yiyeceğini, aşağılanacağını bile bile davulla – zurnayla coşkuyla(!) askere uğurlayanların haleti – ruhiyesi içselleşmiş faşizm değil de nedir?
Bir başka örnek, herhangi bir pazartesi sabahı bir ilkokulun önünden geçerken tanık olduğumuz İstiklal Marşı’nın okunması örneğidir. Genellikle ya okul müdürü ya da bir beden eğitimi öğretmeni kürsüdedir. Gırtlağını yırtarcasına bağırır:” dikkat, hazrol !” yüzlerce minik çocuk öğretmenleri de yanlarında hepsi esas duruşa geçer ve huşu içersinde İstiklal Marşı’nı okurlar. Kimsenin aklına “burası kışla mı okul mu?” diye sormak gelmez, zira sokaktaki vatandaş da bu olayı benimsemiştir. Şimdi bu durum içselleşmiş faşizm değil de nedir ?
Hem otorite hem de  statükonun taşlaşıp doğal kabul edilmesi durumunda hoşgörü de artık yok edilmiştir. Otoriteye ne denli inanılırsa hoşgörüye de o denli uzak durulur.
Faşizm ırkçı-milliyetçi-şoven sacayağı üzerine oturur. Kendi ırkı dışındakine tahammülü yoktur. Bu ırkçılık daha da genişletilip yabancı düşmanlığına vardırılır. Faşizmin içselleştiği bir Türk için Türk’ten başka dost yoktur. Yunan, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Kürt, Rus ne varsa düşmandır.  Daha da ötesi öyle bir hale getirilir ki kendi gibi olmayan herkese düşman gözüyle bakılır ve aydınlar, keyif düşkünleri, homoseksüeller, snoplar, uzun saçlılar, küpeliler hep birer tiksinti verici, toplum bozucu unsurlardır.       
Faşizmin içselleştiği her yerde, her kişide erkeklik vurgusu daima esastır. Öyle ki faşizmi içselleştirmiş kadın “ delikanlı, erkek kadındır” İşin acı tarafı kadında kendini öyle görmektedir. Böyle olunca faşizmin belirgin özelliği dayak ve şiddet bir kez daha kendini gösterir. Kadına yönelik şiddet doğal hale gelir. Pek çoğumuz için evde televizyon izlerken hizmet beklediğimiz en azından bir bardak su istediğimiz ya eşimizdir ya da kız çocuğumuzdur. Bu bilinçli ya da bilinçsiz içselleşmiş bir tavırdır. Evet, konu geniş, yer dar bu haftalık da bu kadar.
Okura not: Bugün hep birlikte iş bırakan kamu emekçilerinin yanındayız. Direne direne kazanmayı hedefleyenlere bin selam... Bir dostum; “ Bak kimi parlamenterler bile iş bırakıyor, sende bu çarşamba yazmayarak iş bırakmaya katıl!” dedi. BirGün’de yazmak benim için bir iş olmanın çok ötesinde olduğu için yazdım. Milletvekilliğini ücretli bir iş olarak görenler içinse  diyecek neyimiz olabilir ki…