Türkiye’nin yapabileceği tek doğru hamle olan Esad ile doğrudan temas kurulması ise, AKP’nin gündeminde henüz yoktur. Çünkü böyle bir hamle, ABD (ve kısmen NATO) ile köprülerin atılması ve bölgede kartların yeniden dağıtılması anlamındadır. AKP ve RTE’nin sınıfsal ve kültürel kodları ve siyaset yapma tarzları, böylesine sert bir kırılmanın göze alınmasına izin vermemektedir. Bunu, siyasal İslamcı hareketin, iktidara gelmesini destekleyen ABD ile sürtüşmeyi istememesinden ziyade, “ABD’nin istemediği yönetim Türkiye’de iktidarda kalamaz” anlayışında aramak gerekir.

İçte ve dışta sıkıştıkça, baskılamak…

OĞUZ OYAN

İktidarın içteki ve dıştaki sıkışmaları birbirinden yalıtlanamaz; içsel etkileşimleri var; hangisinin etkisinin öne çıkacağı duruma göre değişiyor.
Son ayları anlamak için 31 Mart/23 Haziran seçim başarısızlıklarının yarattığı ağır sarsıntıyı başa yazmak gerekir. Bu seçim başarısızlığının ivme verdiği iktidar partisi içi ayrılıkçı rüzgârlar da buna eklenmeli.

Bu arada muhalefet partilerinin göreve geldikleri yerel yönetimlerde AKP döneminden devraldıkları talan ekonomisini, usulsüzlük ve yolsuzlukları kamuoyuyla paylaşmaları, Mardin’de olduğu gibi siyasetin tepe noktalarına giden (gümüş telkâri ürünleri üzerinden) hediye/rüşvet sistemini açığa çıkarmaları, iktidarın belediyeleri ve ülkeyi hangi yağma anlayışıyla yönettiğinin kitlelerin gözü önünde teşhir edilmesi anlamına geliyor. Bunun büyük bir baş ağrısı olması ve siyasetin geleceğini de etkilemesi kaçınılmaz. Salt bu nedenle dahi baskılanması gerekirdi.

Kaldı ki, ülke nüfusunun büyük bölümünün yaşadığı büyükşehirlerde iktidar olan muhalefet partilerinin, merkezi iktidarın bütün engellemelerine karşın başarılı yönetimler sergileme olasılığının çok yüksek olması da iktidarı tedirgin edici bir gelecek senaryosu.

Üstelik bütün bunların genel bir ekonomik kriz tablosu üzerinde sahnelendiğini, ekonomik gerilemeden çıkışın şimdilik en iyi olasılıkla bir ekonomik durgunluk durumuna geçiş biçiminde olabileceğini, dolayısıyla geniş kitlelerin işsizlik ve hayat pahalılığı gibi temel sorunlarından kurtuluşunun yakın olmadığı dikkate alınırsa, iktidarın sıkışmışlığı daha iyi anlaşılabilir. Ekonomiyi canlandırmak, kitleleri avutmak için yapılabilecek harcamalar için bütçe imkânlarının kalmadığı, bütçe açıklarının dikiş tutmadığı, tek kerelik bütçe dışı kaynakların da sonuna gelindiği hesaba katıldığında, çaresizliklerin katmerlendiği görülür.

Özelleştirmeci/ piyasacı/ dışa bağımlı bir zihniyete teslim olunduğu için orman yangınlarıyla baş edemeyen, hatta toplumdan ve THK’dan yükselen itirazları bile tam kavrayamayan/ karşılayamayan; yabancı şirketlere yeraltı kaynaklarını peşkeş çekmeyi ve yüzde 4’lük pay için orman/ çevre tahribatını umursamamayı topluma anlatmakta güçlük çeken bir iktidar yapısıdır söz konusu olan.

Siyasi çoğunluğunu yitiren ve tekrar kazanma umudu örselenen, ekonomide çözümsüzlüğü aşamayan, yönetim sorunları yaşamaya başlayan otokratik karakterli bir iktidarın gideceği yer, davranış kodlarını yeniden ayarlaması olacaktır. Bu ayar da, en iyi bildiği devlet şiddeti üzerinden verilecektir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da üç büyükşehir belediye başkanının, seçimlerin ertesi gününden itibaren başlatıldığı anlaşılan kumpasın geçen hafta son aşamasına getirilerek görevlerinden uzaklaştırılmaları hem bu genel sıkışmanın sonucudur, hem de seçimlerde yanına çekemediği Kürt siyasi hareketini aklınca cezalandırma hamlesidir. (Bu konuyu değerlendiren yazımız için bkz. “Müdahale Gecikmedi”, Sol Portal, 20.8.2019).

İÇ VE DIŞ ETKENLER BİRLEŞİNCE

Dıştaki sıkışmışlıklar daha önemsiz değildir. Bunu Birgün Pazar’da (11.8.2019) dile getirmiştik: “İdlip’te kazanın suyu ısınmıştır; Türkiye Rusya’yı daha fazla oyalayabilecek durumda değildir. Kaldı ki, “barış koridoru” için ilk askeri adım atıldığında Suriye (ve Rusya) İdlip üzerinden yanıt verecektir”. Görülüyor ki, henüz ABD koridoru için askeri adım atılmadan, muhtemelen böyle bir adımın atılmasını önleyici olması da düşünülerek, güçlü bir yanıt verilmiştir. Türkiye Cumhurbaşkanının Rusya ve İran ile Eylül başı için öngörülmüş üçlü zirveyi bile bekleyemeden can havliyle 27 Ağustos’ta Moskova’ya gidecek olması da, elinde şikâyet etmekten başka “yaptırım gücü” olmayan AKP Türkiye’sinin hazin çaresizliğini yansıtmaktadır. AKP’nin ilkesiz ve mezhepçi Suriye politikasıyla büyük güçler arasında “büyük oyuncu” imiş gibi yaparak kendine alan açma veya oyalama/ zaman kazanma çabalarının son vadelerine gelinmiştir. AKP, dış politikasıyla, adeta bir “zor yoldan öğrenme sanatı” kitabını yazmış gibidir. Sonuçta bir şeyler öğrenmiş olduğu dahi kuşkuludur.

Önceden olduğu gibi bugün için de Türkiye’nin yapabileceği tek doğru hamle olan Esad ile doğrudan temas kurulması ise, AKP’nin gündeminde henüz yoktur. Çünkü böyle bir hamle, ABD (ve kısmen NATO) ile köprülerin atılması ve bölgede kartların yeniden dağıtılması anlamındadır. AKP ve RTE’nin sınıfsal ve kültürel kodları ve siyaset yapma tarzları, böylesine sert bir kırılmanın göze alınmasına izin vermemektedir. Bunu, siyasal İslamcı hareketin, iktidara gelmesini destekleyen ABD ile sürtüşmeyi istememesinden ziyade, “ABD’nin istemediği yönetim Türkiye’de iktidarda kalamaz” anlayışında (1 Mart Tezkeresi sonrasında ABD’ye gönderilen “deliğe süpürmeyin, kullanın” mesajı yeterince öğreticidir) aramak gerekir. Ama gene de nesnel koşulların zorlamasına bir olasılık payı bırakmak gerekir. (Bu durumda dahi ABD icazetinin arandığı/ aranmadığı şıklarını içeren iki farklı yol olacaktır).

Her durumda, dışarda çember daralmaktadır. Buna Doğu Akdeniz’in ısınmasını, AKP Türkiye’sinin burada da yalnızları oynamasını, bu arada İran’a dönük kuşatmanın içerdiği potansiyel ticari-askeri tehditleri de eklemek gerekir.

Şimdi bu dış etkenler, ekonomik kriz ile siyasi sarsıntıların kol kola girdiği iç dinamiklere eklemlenebilmektedir. Bunu, döviz kurundaki oynaklıklara bakarak izlemek de mümkündür. Ama “iyi haberler” artık nedrettendir. Üstelik temelde daha derin yapısal sorunlar vardır. Dünyanın en kırılgan beş ekonomisinin en kırılganı olan bir ekonominin her an bir dış borç krizinin pençesine düşmesi olasılığı da cabasıdır.

icte-ve-dista-sikistikca-baskilamak-616360-1.

FAŞİZMİN SOPASINA SARILMAK

“Mükemmel bir fırtına”nın hazırlandığı böylesine bir ortamda, doğası gereği otokratik eğilimde olan bir siyasal hareket açısından seçenekler aslında sınırlıdır. Buna, toplumun bütününce benimsenmesini sağlayamadığı bir selefi İslamcı rejim inşasındaki ısrarını da eklerseniz, demokrasi seçeneğinin daha başlangıçtan itibaren (aslında 2002’den itibaren) oyun dışı olduğunu anlarsınız. Geriye, egemen siyaset katlarında, otokratik rejimin ılımlı mı sert mi olacağına dair kısır bir tartışmadan başkası kalmayacaktır. Rejim, her sıkıştığında çareyi faşizmin sopasına daha fazla sarılmakta bulacaktır; üstelik gevşeme/nefes alma aralıkları da giderek azalacak ve yok olacaktır. Siyasi ittifaklar değişse de yargı ve polis şiddetine, sahte davalar imal etmeye, kurumları ve demokratik kitle örgütlerini ele geçirmeye, toplumun muhalif kesimlerini sindirmeye dayalı “sopalı” politikalar kalıcı olacaktır.

Ama salt “sopa” hiçbir zaman yeterli olmaz. Bu nedenle bir boyun eğdirme/terbiye aracı olarak din, özellikle düşük eğitim-düşük gelir düzeyindeki ülkelerde sürekli devrede tutulacaktır. Bir baskılama aracı olarak inanç sisteminin geleneksel kuralları ekonomik-toplumsal sisteme biat ilişkilerini güvenceye almak açısından yetersiz kaldıkça, tarikatlar başoyuncu konumuna yükseltilecektir. Biri ile ittifaklar bozulduğunda diğerleri yerine geçecektir. Özellikle de kitlesel tepkilerinden ürkülen kesimlerden sayılan işçi, memur, asker, yargı mensubu, esnaf, köylü, gençlik tarikatsız bırakılmayacaktır. Sistemin egemeni olan sermaye sınıfının tarikat bağları daha dalgalıdır. Küçük sermaye çevrelerinden “inanmış” tarikat mensupları çıkabilir; sermayedarın çapı büyüdükçe tarikat ilişkilerinin ekonomik çıkar boyutu öne çıkar. Büyük sermaye gruplarının önemli bir bölümü açısından, sömürü ilişkilerinin devamlılığını sağlamak bakımından faydası zararını aşan bir mekanizmadan ibarettir. (Sermayenin daha laik kesimleri, itirazları olsa da açığa vurmazlar, gidişata ayak uydururlar).

İşin kötüsü, kendilerini “merkez-sol”da konumlandıran veya öyle algılanmalarına itirazı olmayan siyasi hareketlerin de, özellikle İslam inancının hâkim olduğu toplumlarda, laiklik mücadelesi vermekten özenle kaçınıyor olmalarıdır. İktidardaki partinin din istismarı büyüdükçe muhalefetteki bu kaçınmanın da büyüyor olması, sorunu ve laik kitleleri sahipsiz bırakmaktadır. İşte sosyalist hareketlerin ödünsüz bir laiklik-aydınlanma mücadelesi içinde olmalarının önemi buradadır. Bu ayrıca, doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin bir parçasıdır.

YENİ YÖNETİM SİSTEMİNİ MASAYA YATIRMAK

AKP, kendi hegemonyasındaki zayıflamaya ve ortaya çıkan çatlaklara çözüm aramıyor da değildir. 2019’daki yerel seçim başarısızlığından sonra, Haziran 2018’den beri yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nin (CYS) bugünlerde masaya yatırılmış olduğu haberleri de bunun belirtilerindendir. AKP’nin, milletvekilleri ve teşkilatları üzerinden aldığı şikâyetlerin ana konusunun, seçilmiş ve Meclis’e hesap veren bakanların ortadan kalkması, milletvekili-bakan ilişkilerinin artık sağlıklı kurulamaması, halkın taleplerini iletecek kanalların çok daralmış bulunması, belki açıkça dile getirilmemiş olsa da rant dağıtma kanallarının aşırı merkezileşmesi, yani Meclis’e ve teşkilata seçilenlerin dışlanması gibi sorunlar etrafında dönüyor olduğu anlaşılıyor. Ama parlamenter sisteme şeklen bile olsa bir geri dönüşün tartışma dışı bırakıldığına emin olabilirsiniz.

İktidar partisi, kendi içinde beliren çatlakları da mutlaka irdeliyordur. Aslında “üçüncü dünya tipi başkancı rejimlerde” (T. Z. Tunaya), şu veya bu nedenle siyasi kariyerini tamamlamak durumunda kalan, ama rejimin tepesiyle ilişkileri bozulmamış olan siyasetçi eskilerine devlet kadrolarında her zaman bir mansıp bulunur. İsterse bu kişiler yolsuzluk suçlamalarıyla makamlarından istifa etmek zorunda kalmış olsunlar (aynı yolun yolcusu olmanın dayanışma duygusu da eklenerek) onlara da -son büyükelçi atamalarında görüldüğü gibi- sahip çıkılır. (Hatta yeni bir yöntem olarak, belediye başkanı yapmak istediğinizin seçilmesi garanti değilse, onu önce o ile vali yapınız, ikinci aşamada muradınıza erersiniz!).

Ancak yönetici sınıf içinde çatlakların ortaya çıkmaması için kullanılan geniş kariyer arpalıkları (tek kişinin iradesine bağlanan üst düzey kamu yöneticilikleri, büyükelçilikler, rektörlükler, mülki amirlikler, bakan yardımcılıkları, vs.) belli ki yeterli olmuyor. Bu mansıplar, tüm politikacı eskilerini tatmin edemiyor. Ek olarak, iç ve dış sermaye ve siyaset çevrelerinin Türkiye için sağdan/ “soldan” yeni siyasetçi kadroları devşirme arayışlarının da iktidar-içi ayrılıkçı arayışları beslediği anlaşılıyor. Dolayısıyla, çatlakları önlemenin sihirli bir formülünün bulunamayacağı söylenebilir.

Üçüncü dünya tipi başkancı rejimimizin, masaya yatırıldığı iddia edilen monolitik yönetim sistemini daha merkeziyetçi ve daha sıkı-fıkı bir hale getirmeye yönelmesi hiç şaşırtıcı görülmemelidir. (Milletvekilleri ve teşkilata verilebilecek küçük ödünlerin sistemin özüne dokunması beklenemez). Konumuz bakımından daha merkeziyetçi demek, yerel yönetimleri sadece seçilmişleri görevden uzaklaştırmalar üzerinden değil, yerel yetkilerin merkezileştirilmesi, belediye başkanlarının güçlerinin nominalleştirilmesi bakımından teslim almak anlamına gelmektedir. Daha “sıkı-fıkı” yönetimin ne anlama geldiğinin ise bu ülkede açıklanmasına asla gerek duyulmayacağını düşünüyorum.