İki şehir için de ortak olan bir şey varsa, ikisinin de insanları son derece konuksever, kibar ve sıcaktı. Sonuçta bir şehirden en çok akılda kalan da insanları oluyor Ocak ve şubat aylarında iki ayrı kıtada iki festivalde jürilerde yer aldım. Ocak ayında, Norveç’in Tromsö kentinde düzenlenen Tromsö Uluslararası Film Festivali’nde (TIFF) Sinema Yazarları Dernekleri Federasyonu […]

İki festival: Tromsö’den Bengaluru’ya

İki şehir için de ortak olan bir şey varsa, ikisinin de insanları son derece konuksever, kibar ve sıcaktı. Sonuçta bir şehirden en çok akılda kalan da insanları oluyor

Ocak ve şubat aylarında iki ayrı kıtada iki festivalde jürilerde yer aldım. Ocak ayında, Norveç’in Tromsö kentinde düzenlenen Tromsö Uluslararası Film Festivali’nde (TIFF) Sinema Yazarları Dernekleri Federasyonu (FIPRESCI) adına jüri üyeliği yaptım. Geçen haftalarda ise Hindistan’ın Karnataka eyaletinin başkenti Bengaluru (eski adıyla Bangalor’da) Film Festivali’nde (BIFFES), NETPAC (Asya Sineması’nı Güçlendirme Ağı) adına Asya Filmleri Yarışması’nı değerlendiren jüri içindeydim.

Tromsö ve Bengaluru birbirleriyle zıt iki kent. Tromsö’nün havası ne kadar soğuksa Bengaluru’nunki o kadar sıcak; Tromsö’de sokaklar ne kadar sessiz ve düzenliyse, Bengaluru’da o kadar kaotik ve gürültülüydü. Ama ortak olan bir şey varsa, iki kentin de insanları son derece konuksever, kibar ve sıcaktı. Sonuçta bir şehirden en çok akılda kalan da insanları oluyor.

BIFFES’ten başlayalım. Asya filmlerine ayrılmış bölümde politik filmlerin çokluğu dikkat çekiciydi. Avrupa sineması neredeyse politikadan tamamen kopmuşken, dünyanın başka bölgelerinde politika hak ettiği önemi koruyor. Daha önce Boğaziçi Film Festivali’nde Altın Yunus Ödülü kazanan Filistin Filmi “Tornavida” (Bassam Jarbawi), Asya filmlerinin de en iyilerindendi. Aptalca bir intikam duygusuyla Yahudi sandıkları bir Arap’ı yaralayan bir grup gençten Ziyad’ın öyküsünü anlatıyor film. Ziyad, bizzat yaralayan olmasa da arkadaşlarını ele vermiyor ve 17 yıl İsrail hapishanelerinde yatıyor. Çıktığında bir kahraman gibi karşılanıyor Arap cemaat tarafından. Ama Ziyad “ne kahramanı?” diye sorup duruyor kendisine… Silahsız bir Arap sivili, Yahudi zannederek vurmanın neresi kahramanlık? Ama dışarıya verdiği resim Filistin direnişine halel getirmemeye yönelik. Ziyad, bu çatışmanın altından kalkamıyor ve giderek ruhsal dengesini yitiriyor. Türkiye’de de böyle “siyasi kahramanlar” var mıdır acaba? Bir gün onların da filmleri çekilir mi? Aklıma gelen en yakın film Sonbahar olsa da iki filmin kahramanları arasındaki benzerlik çıktıklarında yaşadıkları iletişimsizlikle sınırlı. Mesela birisi Onat Kutlar’ı öldüren PKK’linin hikayesini film yapar mı? Acaba o da “ne kahramanı?” diye kendisini sorgulamış mıdır?

Aklıma yine Türkiye’yi getiren bir başka film Sri Lanka yapımı “Donmuş Ateş”ti (Anuruddha Jayasinghe). Film, Sri Lanka’da Marksist bir devrim gerçekleştirmeye çalışan Halkın Kurtuluşu Cephesi’nin (Janatha Vimukthi Peramuna-JVP) kurucusu ve lideri Rohana Wijeweera’nın (1943-1989) hayatının yaklaşık son 10 yılını konu alıyordu. 1982’de demokratik mücadeleyi benimseyen, seçimlere giren ve üçüncü olan JVP, Tamil Kaplanları’nın ayrılıkçı başkaldırısı bahane edilerek yasaklanıyordu. Ayrılıkçı Tamil hareketi sadece JVP’nin değil bütün Sri Lanka solunun başını yiyordu. Tamil Kaplanları’na temelden karşı olmasına ve bu ayrılıkçı hareketi gerici bulmasına rağmen yasadışılığa mahkûm edilen JVP hareketi, her türlü devlet şiddetiyle bastırılıyor ve Wijeweera da sonunda öldürülüyordu. Fakat JVP bugün hala varlığını sürdürüyor ve Sri Lanka politikasında etkin bir rol oynuyor.

NETPAC jürisi olarak birincilik ödülünü verdiğimiz “Sivaranjini ve Diğer Kadınlar” (yöneten Vasanth) ise politikayı arka planına alarak Hint kadınlarının ezilmesi ve başkaldırısı üzerine 3 farklı öykü anlatıyordu. Öyküler 1980’lerden günümüze 3 ayrı zaman diliminde geçiyordu. Birinci öyküde eşinin terk ettiği yoksul bir kadın, fabrikada çalışmaya başlayarak özgürlüğe adım atıyordu; ikinci öyküde burjuva bir kadın, mahremiyetini ve özel bir günlük tutmasını ahlaksızca bulan geniş ailesine teslim olmayıp evini terk ediyordu. Üçüncü öykü ne yazık ki dünyadaki gerilemeye uygun bir şekilde kadının yeteneklerini evin hizmetine sokuşuyla bitiyordu. Zaman hep ileriye gitse de insanlık helezonik bir yol izliyor. Bazen geriye de dönülüyor.

Tromsö’ye de kısaca değinelim. FIPRESCI olarak ödül verdiğimiz film “Gundermann” Doğu Alman bir madenci/şarkıcıyı konu alıyordu. Gundermann, inançlı bir komünistti ama bu yine de Doğu Alman rejimiyle sorunsuz bir ilişkisi olduğu anlamına gelmiyordu. Filmin, ödül gerekçemizde de belirttiğimiz üzere Doğu Almanya’ya bakışı alışageldiğimiz filmlerden farklıydı. Genellikle bir cehennem olarak çizilen sosyalist sistem, siyah-beyaz bir keskinlikte çizilmiyor aradaki farklı renklere de yer veriliyordu. Andreas Dresen’in filmi, sözünü ettiğim filmler içinde görme şansımız en yüksel olanı. Umarım bir festivale gelir.