İklim krizi, kuraklık ve susuzluk altındaki sorunlarla dünya su gününü kutlamak...
Fotoğraf: İBB

Dr. Ali UĞURLU - TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Eski Başkanı

Son yıllarda ülkemizde ve Dünya’da iklim krizi ve kuraklık sonucu su ile ilgili sorunlar daha sık yaşanmaktadır. Dünya’da ve özellikle de ülkemizde gittikçe artan oranda ciddi su sorunları yaşanmaktadır. MGM verilerine göre son 63 yılın en kurak kışı yaşanmaktadır. Buna karşılık da geçen yıl Karadeniz’de ve geçtiğimiz günlerde ise Güneydoğu illerimizde ölümlü sel baskınları yaşanmaktadır. Bu ani ve sel şeklindeki yağışlara rağmen ülkemiz su azlığı yaşayan bir ülke konumundan su fakirliğini yaşamaya aday bir ülkedir.

Türkiye genelindeki toplam yağış miktarlarında, 2050’den itibaren Doğu Karadeniz hariç, belirgin olmak üzere özellikle Akdeniz, Ege ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yıllık yağış miktarlarında ciddi azalmalar beklenmektedir. Tahminler 2030-2040’lı yıllardan itibaren bugün 1365 metreküp olan yıllık kişi başına düşen su potansiyelinin 700 metreküpe kadar gerileyebileceğine işaret etmektedir, (*). Bugün itibari ile başta İstanbul olmak üzere Ankara, Sivas, Mersin, Bursa gibi büyük kentlerimiz dönem dönem ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalmaktadır. İçinden geçtiğimiz bu bahar aylarında yeterli yağış olmazsa önümüzdeki yaz birçok ilimizde ciddi anlamda bir su krizi yaşanacağı öngörülmektedir. Büyük bir hızla su kaynaklarının kirlendiği ülkemizde Doğu Karadeniz, Fırat ve Akdeniz`deki havzalar hariç bütün akarsular ciddi anlamda kirlenmiştir. Gediz, Sakarya, Kızılırmak, Menderes, Ergene gibi nehirlerin suları arıtılamayacak kadar kirlidir. Yağış azlığından ötürü ülkemizin birçok önemli gölü kurumuş ya da kurumak üzeredir. Tüketilebilir yerüstü ve yeraltı suyu potansiyelinin yılık ortalama 112 milyar m3, buna karşılık tüketilen su miktarının yaklaşık 75 milyar m3 olduğu dikkate alınırsa ülkemizi ileride ciddi bir su kıtlığının beklediği tahmin edilebilir. Yıllık binde 12 nüfus artışı, göçler ve nüfusun coğrafi dağılımı göz önüne alındığında en iyimser tahminle mevcut kaynakların en fazla 2055 yılına kadar yeterli olacağı düşünülmektedir.

İçinde bulunduğumuz yüzyıla su, enerji ve gıda güvenliği damgasını vuracağa benziyor. Hızlı nüfus artışı, verimsiz su kullanımı, kırdan kente göç, gelişen sanayi ve iklim düzensizlikleri nedeniyle, birbirleriyle ilişkili ve merkezinde suyun olduğu bu üç güvenlik kavramı insanlık açısından hayati bir öneme sahip hale gelmiştir. Artan önemine rağmen, bütünleşik bir su politikamızın olmaması nedeniyle su sorunu ülkemizi hızla tehdit eder hale gelmiştir. Özellikle kuraklığın yaşandığı bu günlerde suyun iyi yönetilmediği gerçeği çok daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır.

İklim Krizi

Ülkemizde bir iklim krizi yaşanmaktadır. Başta küresel ısınıma ve sera gazı etkisi olmak üzere iklim koşullarında meydana gelen olumsuz değişmeler su arzını büyük ölçüde etkilemekte susuzluğa yol açmaktadır. Enerji kaynaklarının kötü kullanılması ve enerji planlamasının yanlış yapılması neticesinde atmosfere salınan karbondioksit ve metan gibi sera gazları dünyayı sarararak ısının dışarıya salınımını önler. Bu durum atmosferin doğal dengesini bozarak iklim krizlerine ve değişimine neden olur. Dünya ülkelerinin yüzyılın ikinci yarısı için öngördükleri sıfır karbon öngörüsünün bizzat kapitalist üretim ve tüketim modelinin bir sonucu olduğu düşünüldüğünde iklim krizlerinden kaçınmanın gerçekçi bir hedef olmadığı anlaşılır. Çimento fabrikaları, kömür yakıtlı termik santrallar ve diğer güçlü karbondioksit emisyonu olan sanayi dallarında üretim yapıldığı müddetçe iklim krizinden çıkış ne yazık ki imkânsızdır. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınma, karbon ayak izi, yeşil teknoloji, sıfır atık, sıfır emisyon son yıllarda kapitalizmin kendi yarattığı eseri, bir başka deyişle zevahiri kurtarmak için ortaya attığı ve gerçekte samimi olmadığı tezlerdir.

Su Kanunu

Ülkemizdeki su kaynakları yaklaşık yüz yıl önce 1926 yılında çıkarılmış olan ve topu topu 9 maddeden ibaret bir su kanunu ile idare edilmektedir. 2021 yılında yapılan 1. Su Şurası’nın 28 maddelik sonuç bildirgesinde su yönetim planlarının havza ölçekli yapılacağından bahsedilerek 6. Maddede bir Su Kanunun çıkartılacağı bir kez daha müjdelenmiştir. Müjdelendi diyoruz çünkü su kanunu ile ilgili çalışmalar yaklaşık onbeş yıldan bu yana sürdürülmekle birlikte bu zamana kadar neden bir Su Kanunu çıkarılmadığı konusunda kamuoyuna tatmin edici bir açıklama yapılmış değildir. Cumhurbaşkanı da katıldığı Su Şurası’nda acilen bir Su Kanununa ihtiyaç duyulduğunu ve en yakın bir zamanda bu kanunun çıkarılacağını söylemiştir. İktidarın 2011 yılından bu yana beklettiği Su Kanunu Taslağı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarıyla bir kez daha gündeme gelmiştir. Suyun toplumsal bir gereksinim olduğu ve bir fenomen haline geldiği yaşadığımız bu çağda deyim yerindeyse bir yasa olmadan yönetilmeye çalışılması aslında suyun yönetilmediğinin – yönetilemediğinin de – göstergesidir.

Çıkarılması sadece düşünülen su kanunu da bir sürü çelişki, handikap ve suyun özelleştirmesini temel alan argümanla doludur. Suyun Havza Bazında Yönetilmesi düşüncesi kanun taslağının en önemli argümanıdır. Taslakta su yönetimindeki çok başlılığın giderilmesi bir yana, bürokrasiye gömülmesi kaçınılmaz olan yönetsel plan; dokuz bakandan oluşan Su Yönetimi Yüksek Kurulu, bunun altında on yedi kurumun havzadaki temsilcilerinden oluşan Havza Yönetim Kurulu, Havza Yönetim Kurulu’nun altında ise İl Su Yönetimi Koordinasyon Kurulları gibi AKP bürokrasisinin bile uzlaşamadığı çok başlı bir yapı öngörülmektedir.

Bu durum, su yönetiminde şikâyet edilen çok başlılığı azaltan bir idari tasarruf değildir. Aksine merkezdeki bürokrasiyi daha da çoğaltarak yerele taşıma arzusunun sonucudur. Suyu havza bazında yönetmek doğru bir karar olmakla birlikte havzanın yönetimini çoklu ve karmaşık bir bürokrasiye evriltmek sıkıntı yaratacak bir anlayıştır. Su Yönetimi Yüksek Kuruluna içme ve kullanma suyu hizmetlerinin fiyatlandırılmasını belirlemek üzere yetki verilmekte ama onaylanması konusundaki asıl yetki Cumhurbaşkanlığında. Su kanunu tüm havzaların bütüncül bir yaklaşımla değerlendirildiği ve su planlamasının sürdürülebilirlik temelinde yapıldığı Entegre Su Kaynakları Yönetimi şeklinde olmalıdır. Su kaynaklarından ekonomik ve sosyal getirinin elde edilebilmesi için havzadaki su, toprak ve bunlarla ilgili kaynakların korunması, yönetilmesi ve geliştirilmesi gereklidir. Entegre Su Kaynakları Yönetimi, Aralık 2000 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifinin desteklediği bir yaklaşımdır. Entegre Su Kaynakları Yönetimi planlamasının esası su kaynakları kullanımının ve birbirleriyle etkileşiminin birlikte değerlendirilmesidir. Bu yolla su kaynakları kullanımının sosyal, ekonomik ve çevresel amaçlara uygun biçimde planlanmasının sağlanmasıdır. Sürdürülebilir bir su yönetimi ve kalkınma için bu bir zorunluluktur.

Suda Özelleştirme

Yasa taslağında içme ve kullanma suyu hizmetleri faslı altında geniş bir çerçeve çizilmektedir. Burada şu sorulabilir; hangi hizmetler fiyatlandırılacak. Kanun taslağında çok açık olmamakla birlikte bu konuda da düzenlemeler var. Örneğin 2. Maddede Su yönetim hizmetleri ücreti olarak Yönetim hizmetlerinin yerine getirilmesi için tam maliyet esasına göre belirlenen ve finansal, çevresel ve kaynak maliyetlerini de içeren ücreti, Çevresel maliyet olarak; Su kullanımının çevreye, ekosisteme ve çevreyi kullananlara verdiği zararın maliyeti olup Nehir Havza Yönetim Planlarında çevresel zararları maliyetleri en aza indirgeyecek tedbirlerin maliyetini ve Kaynak maliyeti olarak da Su kaynağının kendini doğal olarak yenileme hızından daha hızlı bir şekilde tüketilmesi sonucunda, potansiyel kullanıcıların vazgeçmek zorunda kaldıkları kullanımların fırsat maliyeti tanımlanmıştır. Keza yine 4. Maddede; Su temin maliyetinin kullanan tarafından ödenmesi ve söz konusu maliyetlerin yönetim hizmetleri bedeli de dikkate alınarak belirlenmesi gibi tehlikeli bir ifade yer almaktadır. Buna yatırım bedeli dahil midir değil midir belli değil. Yine 27. Maddenin b) bendi de tarımsal sulamada kaynak maliyeti bedelinin tamamının tahsil edilmesi gerektiği konusunda bağlayıcı ve tehlikeli hükümler vardır.

Su Kanunu Taslağı’nın önemli maddelerinden biri de suyun tahsisine ilişkin olanıdır. Taslağın 16. ve 17. Maddeleri, kullanım amaçlarına göre su tahsislerinin Su Yönetimi Yüksek Kurulu tarafından, münferit tahsislerin ise Havza Sektörel Tahsis Planlarını dikkate almak koşuluyla DSİ tarafından yapılmasını öngörüyor. Taslağa göre su tahsisleri en fazla 29 yıllığına yapılabilecek. Genel kullanıma açık olan yerlerdeki sular tahsis edilemeyecek. Tahsisle ilgili en önemli husus münferit tahsis sahiplerinden bedel alınıp alınmaması konusunun Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmış olması gerçeğidir.

Görüleceği üzere kanun taslağı; suyun hukuki niteliği, su yönetimi ilkeleri, su kaynaklarının planlanması, geliştirilmesi, korunması, izlenmesi ve denetimi gibi başlıkların yanı sıra özellikle suyun fiyatlandırılması, tahsisi, irtifak hakkı, kamulaştırma, yasak ve fiiller ile cezai yaptırımlar hakkında önemli ve ilginç düzenlemeler içermektedir.

2006 yılından bu yana yapılan Su Kullanım Hakkı Anlaşmaları ve yıllık cirosu 10 milyara yaklaşan ambalajlı su sektörü dikkate alındığında suyun ticarileşmesi için çok önceden adımların atıldığı, Su Kanunu Taslağının da bunu pekiştirecek şekilde hazırlandığı gözden kaçmaz. Birçok gölün kuruduğu ve büyük akarsularımızın hızla kirlendiği bir coğrafyada temiz kalan nadir sular için düşünülen ticari yaklaşım suyun bir insan hakkı olduğu gerçeğini gizleyemez.

Göstermelik Adımlar

Bugüne dek atılan kimi göstermelik adımların hiçbir işe yaramadığı ve su yönetiminde ciddi bir zafiyet olduğu yaşadığımız kuraklık anlarında bariz bir biçimde ortaya çıkmaktadır. 2013-2017 Tarımsal Kuraklık Eylem Planı kararı alınmış ama somut adımlar atılmadığı için planın uygulanma şansı olmamıştır. Keza, 2017-2023 Ulusal Kuraklık Yönetimi Strateji Belgesi ve Eylem Planı kararı da somut ve uygulanabilir adımlar atılmadığı için havada kalmıştır. Daha sonra 17 Kasım 2020 tarihinde on üç su havzasını kapsayacak biçimde Kuraklık Eylem Planı onaylanmış olmasına rağmen, havza ölçeğinde uygulama birimi olmadığı için ne yazık ki bu plan da uygulanamamıştır. Su kaynakları üzerinde artan nüfus, kirlilik, iklim değişikliği, sektörel tahsis ve havzalar arası su transferi gibi konularda da baskılar vardır. Bu nedenle su yönetimi konusundaki düşüncelerimizi ve eylem planlarını kökten sorgulamamız gereklidir.

Ne Yapmalı

1926 yılında ülkenin nüfusu 13 milyonken suların yönetilmesi ile ilgili kanun çıkartılabiliyorsa bugün ülke nüfusu 87 milyona dayanmışken sular hakkında bir kanun çıkartılamıyorsa durup düşünmek gerek. 2002 yılından beri ülkeyi yöneten AKP her fırsatta ülkeye bir su kanunu gerektiği konusunu ortaya atmasına rağmen 21 yıllık bir dönemde bir kanun çıkaramamanın ne anlama geldiğini topluma izah etmek zorundadır. Su kanunu çıkmamasına karşın suların tahsisi, kullanımı ve dağıtımı ile ilgili diğer kanunlarla ulusal su politikalarını yürütmek başka bir anlam taşımaktadır. Göllerin kuruduğu, akarsuların hızla kirlendiği, musluklardan akan suların içilemediği, HES’lerin ekolojiyi tahrip ettiği, suların bir şekilde özelleştirildiği, ambalajlı su sektörü cirosunun milyarlara ulaştığı gerçeği ülke insanlarını rahatsız etmektedir. Ulusal su politikalarını hayata geçiren DSİ gibi önemli bir kurumun içinin boşaltıldığı, görev ve yetkilerinin bir kısmının ya özelleştirildiği ya da başka kurumlara devredildiği, kurumsal yapısının zafiyete uğratıldığı bir sürecin sonuna gelindiğinde elbette ki ortaya bir kaos, karmaşa çıkacağı aşikardır. Yoksa baraj, gölet ya da HES yapmak ve bununla övünmek marifet değildir.

Türkiye’nin bir an önce su ve toprak yönetiminde havza ölçekli yönetime geçişi gerçekleştirmesini sağlayacak bir su kanununa ve her konuda olduğu gibi kamucu politikalara ve onların uygulanmasına ihtiyaç vardır. Esnek, katılımcı ve şeffaf bir su yönetimine ihtiyaç vardır. Su yönetiminde ileri teknolojilerin uygulanmasına ihtiyaç vardır. AKP iktidar olmadan önce ülkemizde su politikalarını hayata geçiren güzide kurumumuz Devlet Su İşleri (DSİ) ne yazık ki bugün itibari ile bitirilmiştir. Su konusunda başka genel müdürlüklerin kurulması ile birlikte bu güzide kurumumuzun etkinliği ve yetkinliği ortadan kaldırılmıştır. Bizim gibi ülkelerde su yönetimi konusunda böylesine ulusal kuruluşların olması büyük önem arz etmektedir. Neoliberal politikaların hayata geçirilmesiyle birlikte ulusal ölçekli su kuruluşlarının amacı suyun kamusal önemine uygun politikalar geliştirmek değil, suyu ticarileştirmek olmuştur. Ne yazık ki AKP yönetiminde bu başarılmıştır ve büyük kentlerimiz ve tarım topraklarımız bu gün itibariyle susuzdur

Su temel bir insanlık hakkıdır

İnsanlık için vazgeçilmez bir hak ve fenomen olan su yaşamın vazgeçilmezidir. Hızlı nüfus artışı, iklim göçleri, bölgesel çatışmaların yanında küresel iklim krizinin etkilerinin yoğun şekilde hissedildiği dünyamızda suya erişmek daha stratejik bir hale gelmektedir. Bundan dolayı Birleşmiş Milletler örgütü 2010 yılında suyun temel insan hakkı olduğunu deklare etmiştir. Herkes için güvenli, temiz, erişilebilir su sağlamak devletlerin asli görevleri arasında sayılmıştır. Buna karşılık Bakanlığın hazırladığı Su Kanunu taslağında suyun bir insanlık hakkı olduğuna dair yani su hakkı ile ilgili bir ibare ne yazık ki yoktur. Bunun yerine tahsis vardır, fiyatlandırma vardır. Su, taslakta ekonomik bir kaynak olarak değerlendirilmektedir.

İnsan için hayati bir önem taşıyan, bir gereksinim ve hak olduğu kabul edilen suyun insanlara temiz, uygun ve bedelsiz olarak temin edilmesi ve onlara ulaştırılması sosyal bir sorumluluktan öte aynı zamanda bir insanlık görevidir. Bu görevin yerine getirilmesinde ortaya çıkan ve giderek bir meta ticaretine indirgenen bir anlayış asla kabul edilemez.

Sonuç

Planlama olmadan suyun yönetilmesi mümkün değildir. Su olmadan hayatın devamlılığını sağlamak olanaksızdır. Tarım, endüstri, enerji ve kentleşme ile ilgili faaliyetleri su olmadan yürütmek mümkün değildir. Dolayısıyla su varlıklarını korumak, aşırı kullanılmasını ve kirlenmesini önlemek insan soyunun en önemli görevlerinden biridir. Yeraltı ve yerüstü sularının kimyasal kalitesinin periyodik ve kapsamlı çalışmalarla kontrol edilmesi gereklidir. Su yönetiminin büyük kentlerimiz başta olmak üzere başarısızlığa uğraması, temiz su kaynaklarının hızla azalması ve kirlenmesi ambalajlı su sektörünü yaratarak büyük bir pazarın doğmasına neden olmuştur. Ülkemiz sektörel bazda Dünya’nın 7. büyük ambalajlı su tüketen ülkesi haline gelmiştir. Yaklaşık on yıl önce musluklardan akan suların içildiği bir ülkeden bugün yoğun olarak ambalajlı su tüketilen bir ülkeye dönüşüm söz konusudur.

İnsan için hayati bir önem taşıyan, bir gereksinim ve hak olduğu kabul edilen suyun insanlara temiz, uygun ve bedelsiz olarak temin edilmesi ve onlara ulaştırılması sosyal ve yönetsel bir sorumluluktan öte aynı zamanda bir insanlık görevidir. Bu görevin yerine getirilmesinde ortaya çıkan ve giderek bir meta ticaretine indirgenen kabul edilemez bu durum yurttaşlarımızı sahip olmaları gereken bu gerçeklikten başka bir duruma asla sürüklememelidir