İklim krizi: Mesele sadece karbon mu?

M. Nilgün ERCAN- Kimya Mühendisi

Yıllardır yayımlanan birçok rapora ve BM Konferanslarına konu olan iklim değişikliğinin, küresel ölçekte bir kriz olduğu genel olarak da kabul görmüş durumda. İklim krizi ile mücadele kapsamında, zihinlerimiz “yeşil büyüme”, “yeşil kapitalizm” gibi renkli vaatlerle, “gri-mavi-yeşil” hatta “turkuvaz hidrojen” gibi ilgi çekici tanımlamalarla meşgul edilirken, örneğin, dünyada mavi karbon inisiyatifi olduğunu da öğrenebiliyoruz.

Akla şu sorular geliyor; kapitalist sistemin doğa ile olan ilişkisi sorgulanmadan iklim değişikliğine çözüm bulmak mümkün mü? İklim krizi gibi küresel bir sorunun sadece yeni teknolojilerle ve piyasa mekanizmalarıyla üstesinden gelinebilir mi? Sistemin sermaye birikimi sürecinde yarattığı eşitsizlikler, toplumsal ve çevresel yıkım sorgulanmadan renkli senaryolar ne kadar ikna edici olabilir?


2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’nde ve 2015 tarihli Paris Anlaşması’nda, sistemin işleyişine uygun olarak, şirketlere esneklik tanıyan piyasa mekanizmalarının yer aldığını hatırlamakta yarar var. Buna karşılık karbon dioksit emisyonlarının artışı durdurulamamış, yıllık ortalama artış 1999-2010 yılları arasında %3, 2010-2019 yılları arasında % 0.9 olmuştur. Ancak pandemi nedeniyle 2020 yılında küresel emisyonlar azalabilmiştir (GCP - Carbon Budget (globalcarbonproject.org). Esneklik mekanizmalarının, iklimi korumak bir yana, esas olarak şirketlere fosil yakıtları kullanabilmelerinin ve kazançlarını katlamalarının yolunu açtığı yönündeki eleştiriler kayda değer ve önemlidir.

TÜKETİMİ ARTTIRMAYA YÖNELİK YATIRIMLAR

İnsan faaliyetlerinin iklim ve çevrede yarattığı etkiler nedeniyle yaşadığımız çağa genel olarak “Antroposen” denilmekle birlikte, Kopenhag İşletme Okulu’ndan Prof. Stefano Ponte’nin 2019 tarihli yazısında aktardığı gibi, bu dönemi “Kapitalosen” olarak tanımlayanlar vardır (We must move beyond 'green capitalism' (sciencenordic.com) ). Günümüzde büyük şirketlerin “eko-verimlilik” veya “sürdürülebilirlik taahhüdü” adı altında aldıkları önlemler iklim ya da çevreyi korumaktan çok, esas olarak maliyetleri düşürmeyi amaçlamakta, verimlilikte kazanımlar olsa da elde edilen kazançlar kapitalizmin yapısal döngüsü nedeniyle yeniden üretimi ve tüketimi arttırmak amaçlı yatırımlara yönelmektedir.

Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna açıklanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli Birinci Çalışma Grubunun son Raporu’nda ilginç bir bölüm var. Atmosferdeki ömürleri karbondioksitten az olan, doğal olarak da oluşabilen, kendileri doğrudan etken olmasa bile iklimi değiştiren maddelere dönüşebilen kısa ömürlü iklim etken maddeler üzerinde duruluyor; çoğu aynı zamanda hava kirleticisi de olan bu maddelerin yeryüzünün enerji dengesi ve iklim üzerindeki etkilerine değiniliyor. “Sıklıkla sorulan sorular” kısmındaki açıklama özetle şöyle: Bazı emisyonları azalttığımızda, bu hem hava kalitesi hem de iklim değişikliği için pozitif etki yaratıyor. Buna karşılık bazı emisyonlarda ise durum tersi; örneğin sanayiden, elektrik üretiminden ve deniz ulaşımından kaynaklı sülfat aerosollerini (bunların öncülü SO2 gibi bazı kükürtlü gazlar) azaltmak hava kalitesi açısından olumlu, ama bu aerosoller güneş ışığını engelleyerek atmosferi soğuttuklarından azaltılmaları iklim açısından olumsuz etki yaratıyor. Bu nedenle, biri için olumlu diğeri için olumsuz sonuçlar yaratacak politikalardan kaçınmak gerektiği belirtiliyor.

GEZEGENİMİZİN KAPASİTESİ KAPİTALİZMİ TAŞIYAMIYOR

Aslında bu yeni bir konu değil. 1965’te ABD Başkanı Johnson’ın Bilimsel Danışma Komitesi, artan sera gazı emisyonlarının etkisini azaltmak için okyanuslara güneş ışığını geri yansıtan partiküller püskürtmeyi önermişti. Sonraki yıllarda küresel ısınmaya karşı volkanik patlamaların oluşturduğu etkilerin taklit edilebileceğine dair görüşler gündeme gelmişti. Günümüzde de bu tür jeomühendislik çözümlerinden sonuç uman çevreler var. (What is geoengineering—and why should you care? | MIT Technology Review) Bu tür arayışların eleştirisi bir yana, Rapor’da yer alan, hava kalitesi ve iklim değişikliği açısından farklı sonuç verebilen, yani birini iyileştirirken diğerini daha kötüleştiren uygulamalar şunu gösteriyor: Her bir kirleticiye önleyici teknoloji bulmak gibi parçacı bakış açısı yeterli değil; biyosfer kendi içinde etkileşimleri olan bir sistem olarak ele alınmadığı takdirde, çözüm adına ortaya atılan öneriler başka sorunlar yaratabilecektir.

Çözüm önerileri olarak kamuoyuna sunulan proje ve öneriler ile esasen iklim değişikliği ile mücadele etmekten çok sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak amaçlanıyor. Burada haklı olarak şu akla gelecektir: İçinde bulunduğumuz kapitalist sistem ve ilişkilerden bugünden yarına kurtulmak mümkün değil. Buna karşılık ekolojik sistem tehlike altında iken, hiçbir şey yapmadan durmak da imkansız. Sermayenin taleplerinden ne kadar bağımsız kalabildiği tartışmaya değer olsa da, bilimsel araştırmalar ve teknolojik arayışlar sürmeli. Ancak krizin siyasal, toplumsal, sömürüye ve sınırsız büyümeye dayalı temellerini dikkate almadan, gerçek çözümler oluşturmak mümkün değil. İklim değişikliğine karşı mücadele gerekçesiyle uluslararası ölçekte yeni teknolojik yol haritaları ortaya atılıyor, yeni anlaşmalar, düzenlemeler, sektörler, pazarlar ve finansal araçlar oluşturuluyor, doğa metalaştırılıyor; iklim krizinin ve çevresel yıkımın esas nedenlerinin göz ardı edilerek gündemin sonuçlar üzerinde yoğunlaştırıldığını fark etmek ve çözüm yolu diye sunulanlarla aslında sermaye birikiminin sürdürülmeye çalışıldığını görmek önemli. Gezegenimizin kapasitesi artık kapitalizmi taşıyamıyor.