İkramiye ve sadaka

ZAFER AYDIN / @zaferaydin63

Daha sonraki yıllarda boğazdaki Kıbrıslı yalısına sahip olacak kadar zenginleşen, arkasında eşi ve çocukları arasında paylaşılamayan servet bırakan, “hayırsever işadamı” olarak Marmara Üniversitesi’ne, fakülte binası ile konferans salonu bağışlayan İbrahim Üzümcü, iş hayatına profesyonel yönetici olarak başlamıştı. 1962 yılında ABD’deki eğitimini tamamlayıp döndüğünde, Vehbi Koç’un da ortağı olduğu Kavel Kablo Fabrikası’na genel müdür olarak atanmıştı.

İşbaşına gelir gelmez, işçileri üyesi oldukları Maden-İş’ten istifaya zorlayan İbrahim Üzümcü’nün ilk icraatı, fabrikada, işçilerin kıdemlerine göre yılda bir kez aldıkları ikramiyenin ödeme usul ve esaslarını değiştirmek oldu. Daha önce işçilerin tamamının aldığı ikramiyeden sadece 25 işçinin yararlanabileceği bir düzenlemeye geçildi. İbrahim Üzümcü’nün bu tavrı hem kendisi tarafından, hem de TİSK ve MESS tarafından “İkramiye özel sektörde sadece kar eden işyerlerinde ödenebilir ve bunu işverenin bir atıfeti yani bağışı olarak görmek gerekir ” diye savunuldu.

Bu sadakacı zihniyete Kavel işçilerin cevabı grev oldu. Kavel işçileri ikramiyenin sadaka ya da bağış değil bir hak olduğunu haykırarak greve çıktılar. “Sen kime bağış yapıyorsun o bizim hakkımız” diyerek haklarına ve onurlarına sahip çıktılar. Anayasa’nın grev hakkını tanıdığı ama grev kanununun bulunmadığı, grev yapan işçinin hapisle cezalandırılacağı hükmünün yasalarda varlığını koruduğu bir ortamda, fiili bir mücadeleyle, ikramiyenin hak olduğunu savundular. 36 gün süren grev bittiğin de İbrahim Üzümcü de, TİSK ve MESS de ikramiyenin bir hak olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. İşçilerin ödenmeyen ikramiyeleri ödendi. Kavel greviyle birlikte sadakacı zihniyet ve o zihniyetin inşa ettiği lütuf rejimi hak karşısında ağır bir yenilgi alınca olması gerektiği gibi “hak” kavramı bir tür dokunulmazlık kazandı. İş hukukunda, ücretin eki olarak kabul edilen ikramiye de, toplu iş sözleşmeleri yoluyla “parasal sosyal hak” özelliğine kavuştu.

Yıllar sonra “ikramiye”, sadakacı zihniyetin ve otoriter babanın güç gösterisinin dikkat çekici ögesi olarak, yeniden karşımıza çıktı. Sopalı güç gösterilerine alışık olduğumuz “otoriter baba”, bu kez bir şefkat gösterisiyle gücünü gösterdi. İbrahim Üzümcü’nün işçilerin ikramiyesini keserek yaptığı güç gösterisini Cumhurbaşkanı da, 3. Köprü inşaatında çalışan işçilere, ikramiye ödeterek yaptı. Üstelik 60’lı yılların kapitalistlerinin “atıfet” “bağış” gibi inceltilmiş ifadelerle gizlemeye çalıştığı sadakacı zihniyeti, gizleme ihtiyacı bile duymadan açıkça “sadaka” diyerek yaptı bunu. Cumhurbaşkanı, işçilerin onurunu zedelemiş olabileceği ihtimalini aklına bile getirmeden, 3. Köprü inşaatını yapan patrondan, servetinin sadakası olarak işçilere birer maaş ikramiye vermesini istedi. 5 işçinin iş cinayetine kurban gittiği inşaatın sahibi patron da “hayırsever işadamı” rolüyle işçilere ikramiye verip, sadakasından saymayı kabul etti. Yani işçilerin sırtına basarak, düşük ve güvencesiz çalışma üzerine kurulu sömürü çarkıyla elde ettiği servetin sadakasını işçilere verecek. Bir başka ifadeyle patron, işçilerden ücret ve diğer parasal haklar bakımından esirgediklerini, “Allah kendisine çoluk, çocuğuna kaza bela vermesin diye” sadaka olarak yine işçilere dağıtacak.

Cumhurbaşkanı da, patron da, patronun sadaka olarak verdiği bir maaş ikramiyeyi alkışlarla karşılayan işçiler de, “adam iyilik yapıyor” diye sadakayı savunanlar da bunu “ahlaki” bir tutum olarak normalleştiriyorlar. Kapitalizm öncesi döneme ait bu normalleştirme çabası işçilerin kendilerini yoksulluğa karşı korumasının, ekonomik ve sosyal imkanlarının geliştirmesinin temel araçları olan ekonomik ve sosyal hakları ortadan kaldırmasının da bir uzantısı aynı zamanda. AKP iktidarı, sendikalaşmayı baskılayıp, grevleri yasaklayarak, sosyal devlet kırıntılarını tasfiye ederek, sağlığı piyasalaştırarak işçilerin yoksullaşmasını arttırırken sendikanın değil, sadakanın, hakkın değil lütfun temel olduğu bir ekonomik rejim inşa etti. Bu rejimde sendika yok, hayırsever işadamları var, toplu sözleşme yok, sadaka var, grev yok himmet var! Sadaka, AKP’nin ekonomik politikaları sonucu yoksullaşan, yoksulluğa karşı koruma mekanizmalarına sahip olamayan, sendikalaşamayan, hakkını arayamayan, grevi yasaklanan işçilerin yoksulluğunu “tamir” ve muhtemel isyanı yumuşatmanın aracı olarak devrede. AKP iktidarında sadaka dini ya da ahlaki olgudan daha çok, hakkın yerine ikame edilen “sosyal” bir mekanizma özelliğine sahip. Gelir adaletsizliğine ve sosyal eşitsizliklere karşı mali kaynak, ideolojik bir enstrüman olarak kullanılmakta.

İşçilerin, evrensel insan haklarının da bir parçası olan sendikal hakları kullanmasını engelleyen AKP, bu hakların yerine sadakayı ikame ederken, hem evrensel hukuk ilkelerini hem de insan onurunu çiğniyor. Sömürdüğü, yoksullaştırdığı, ölümüne çalıştırdığı işçilere sadakaya muhtaç zavallı muamelesi yapıyor. Ne yazık ki, işçinin hakkını da onurunu da sana çiğnetmeyiz diyecek kimse yok ortalıkta. Patrona, “işçiye ikramiye ver, sadakana sayarsın” cümlesinin bu kadar rahat telaffuz edilmesi biraz da bu yüzden.

Özgürlük dendiğinde “günah işleme özgürlüğü”, hak dendiğinde “devletin muhalif olanı dövme hakkını” anlayan iktidara, sadakacı zihniyete 1963’de Kavel’de olduğu gibi eylemli bir yanıt vermekten başka çare yok. 1963’de çalışanın haklarına, lütuf diye bakan, işçinin onurunu ayaklar altına alan sermaye sahipleri nasıl yola getirildiyse, bugün de aynı yoldan yürümek gerekiyor. Sadaka rejimine karşı hak temelli bir mücadele için 1963 Kavel grevi önemli bir deneyim ve örnek.