İlhan Taşcı: Edebiyat benim için hep güçlü bir sığınak oldu. Bu kitabım da yine bir sığınma hikâyesi. Hak ve hukukun yeniden bu ülkede hâkim kılındığı güne kadar. O zaman ülkenin havasıyla birlikte toplumca yazgımızın da, kalem oynatanlar olarak yazınımızın da değişeceğine inanıyorum

İlhan Taşçı, öykü kitabını anlattı: Rüzgârımız kesilmesin

DUYGU ERGÜN

Gazeteci, yazar İlhan Taşcı’nın öykü kitabı Rüzgârımı Kestiler okurlarıyla buluştu. Cumhuriyet gazetesinde başlayan, kazandığı gazetecilik ödülleri, çeşitli araştırma kitapları, bir roman ve şimdi ise bir öykü kitabı ile taçlanan; kısacası hiç durulmayan otuz yıllık bir mesai O’nunkisi. Uzun ve dolu geçen meslek hayatı boyunca araştırmacı gazeteci yönü hep daha ağır bassa da edebiyatla da iç içe Taşcı.

Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanan Rüzgârımı Kestiler, babaları genç yaşta ölen dokuz kardeşli bir ailenin en büyük kardeşlerinin geçim derdiyle “bir umut” Avrupa’ya işçi olarak gitmesinin ve ardından kardeşlerini de yanına aldırmasının hikâyesi. Arka planı gurbet yüklü bir aile hikâyesi aslında. Bu kitap özelinde hayatımıza yön veren kararları, gitmenin, kalmanın, ailenin ve edebiyatın önemini İlhan Taşcı’yla konuştuk.

Sizi gazeteci kimliğiniz ve bunun ürünü olan araştırma kitaplarınızla esasen çok yakından tanıyoruz. Bu çalışmalarınız yaklaşık yirmi yıllık AKP dönemi icraatlarının da turnusolü aynı zamanda. Bunlarla birlikte 2012’de yayımladığınız bir ilk romanınız var. Şimdi ise ilk öykü kitabınız Rüzgârımı Kestiler ile çıkıyorsunuz okurlarınızın karşısına. Edebiyata yönelmeniz bilinçli bir tercih mi?

Lise yıllarımdan itibaren edebiyat yaşamımda hep önemli bir yer tuttu. Özellikle TRT’nin sanat kültür yayıncılığında güçlü olduğu dönemlerde TRT2’deki edebiyat programlarını kaçırmazdım. Üniversitenin ilk yılında başladığım gazeteciliğe de Cumhuriyet Dergi’de madencilerden kâğıt toplayıcılarına, çöpçülerden sokak çocuklarına kadar yanından geçip gidip görmediklerimizin yaşam hikâyelerini yazarak başlamıştım. Her ne kadar siyasi kitaplar ve siyasi araştırmalarla bilinsem de edebiyat benim için hep güçlü bir sığınak, gölgesinde soluklandığım bir vahaydı. Son öykü kitabım da aslında yine bir sığınmanın hikâyesi. Ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar ile bulunduğum şu anki görevim nedeniyle soluk alabileceğimiz en havadar yer edebiyat. Ta ki, hak ve hukukun yeniden bu ülkede hakim kılındığı günlere kadar. Elbette o zaman edebiyatı bırakacağım anlamında söylemiyorum ama o ülkenin havasıyla birlikte toplumca yazgımızın da kalem oynatanlar olarak yazınımızın da değişeceğine inanıyorum.

Rüzgârımı Kestiler’de babaları genç yaşta ölen kardeşlerin, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde çalıştığını ve neler yaşadıklarını okuyoruz. Fakat pek memnun değiller, özellikle büyük ağabey “Allah’ım dedim, benim nesebimden, kanımdan, soyumdan olanlara, bu memlekete işçi olarak gelmeyi nasip etme,” diyor. Günümüzde bu görüşü savunanlarla birlikte Türkiye’deki sosyal ve ekonomik krizden kurtulmak için yurtdışına gitmeyi kurtuluş görenlerin sayısı da hatırı sayılır kadar çok. Bu durumla ilgili bir değerlendirme yapmak gerekirse, sizin fikriniz ne olur?

Ailemin pek çoğu hâlâ orada. Artık üçüncü kuşaklar işveren oldu. Özellikle bu yıl Türkiye’ye gelen ve işletmeleri olan kuzenlerimin yakındıkları ve en büyük şaşkınlıkları, onların deyimiyle “okumuşu okumamışı, paralısı parasızı” herkes yurtdışına gitmek istiyor ve ne iş olsa yaparız demelerine şaşırıyorlar. Ekonomik zorluk her zaman insanları ve insanlığı zorlamıştır. Ama sosyal olarak bir insanın ait olduğu topraklarda “ötekileştirilmesi, kutuplaştırılması ve dahası itilip kakılıp yalnızlaştırılmaya çalışılması” herkesi mutsuz ediyor. Şu anki Türkiye’nin ikliminde varsıl olmanız da bir şey ifade etmiyor. Çünkü eskilerin deyimiyle ağız tadı en az sağlık kadar kıymetli. Ve bizim ağzımızın tadı kaçtı birilerinin liyakatsizliği ve beceriksizliği, aynadaki yansımasıyla kavgası ve bitmek tükenmek bilmeyen hırsı nedeniyle; ülkemizin ağzının tadı kalmadı. Gidenler ve gitmeyi düşünenlere haksız diyemem. En acısı da benim için. Bunu 30 yıl önce Türkiye’de kalıp okumak ve Avrupa’ya işçi olarak gitmemeyi hedeflemiş biri olarak söylüyorum. Düşünsenize ben bu topraklardaki otuz yıllık emeğimden sonra kalkıp oraya nasıl gidebilirim, gidersem Türkiye değil ben kaybederim. Otuz yıl ilmek ilmek ördüğüm, tırnaklarımla kazıya kazıya elde ettiğim, yontmaya halen çalıştığım heykelimi tuzla buz ederim. Yazık olur! Ben kalıp burada haklı mücadelem için, inandığım değerler ışığında bir yaşamın inşası için savaşım vermeyi sürdüreceğim. Gitmek çözüm değil. Bundan eminim.

Kitapta huyu suyu birbirinden çok farklı olan kardeşlerin arası anneleri de dahil tüm akrabalarıyla kötü. Hatta bir konuşmada şöyle bir cümle geçiyor “Akraba demek akrep demek, sokarlar adamı. Uzak duracaksın karam.” Kitap boyunca bir yandan “Türk aile yapısı”ndaki bir aradalığı okurken diğer yandan da baskın bir şekilde “kutsal aile” tezatı bir durumla karşılaşıyoruz. Kitaptaki karakterler nezdinde genel aile tanımlamasını nasıl yapabiliriz?

Öyküdeki karakterlerin ortak özelliği aslında yalnızlıkları. Bireyselleştikçe, bencilleştikçe düştükleri bir yalnızlığın pençesinde çırpınıyorlar. Türk aile yapısı diye kutsallaştırılmaya çalışılan ailelere baktığınızda dağılmışlık, kavga ve gürültünün bitmediği aileler karşınıza çıkıyor. Bunu birazcık da gurbet hızlandırıyor, araya giren mesafeler ister istemez gönüllerden tellerin kopmasına da neden oluyor. Ve bir noktadan sonra doğup büyüdükleri kültüre, topluma yabancılaşmış, yalnızlaşmış insancıklar karşınıza çıkıveriyor. İşin en hazin tarafı da yaşamaya çalıştıkları topluma da dahil olamıyorlar. Her iki tarafın da yabancısı oluveriyorlar. Yabancılığın çaresizliği, yalnızlığı ve ürkekliğiyle daha da öfkelenip saldırganlaşıyorlar. Kimi zaman bu öfke en yakınındaki kardeşlerine kimi zamansa annelerine bile yönelebiliyor. Çünkü bu düştükleri çaresizliğin sorumlusunun kendileri olduğunu görmezden gelerek sorumlu arıyorlar. Avrupa’ya işçi olarak gitmiş üç tür aile yapısı çıkıyor karşımıza. Biri ailesini de yanına alıp sadece maddiyatçı bir yaşam sürüp para istifleyenler. Biri ailesini burada bırakıp orada da gayri resmî bir yaşam kurup iki arada bir derede yaşayanlar. Biri de gidip ve bir daha çocuklarını bile arayıp sormadan orada yitip gidenler. Nereden bakarsanız bakın dağılmış ve hayallerini gerçekleştiremeyip, mekanikleşmiş insanlar topluluğu aslında aile. Öyle bir saçılmışlık, dağılmışlık hali ki dokuz çocuğunu taşıyıp büyüten anneyi, o çocuklar sarıp sarmalayıp bakamıyorlar. Nar tanesi gibi bir saçılmışlık hali yaşadıkları kültür şokuyla…

Kitabınızın adı Rüzgârımı Kestiler. Kitabı eline alan ve kapakta isminizi gören okurlarınızın ortak bir ilk tepkisi oluyor: Türkiye’nin rüzgârını kesemeyecekler! Görüyoruz ki siz ne yazarsanız yazın gazetecilik refleksiyle karşılık buluyor. Peki, sizce de böyle mi, gazeteci kimliğiniz edebiyatçı kimliğinizin üstünde mi?

Ben hep gazeteciydim. Gazeteciliği edebiyattan ayırabilmek zaten olanaklı değil. Yaşar Kemal’in gazetecilik yaşamındaki yazılarını edebiyatçı kimliğinden nasıl ayırabiliriz. Ya da George Orwell’in bugünleri bile aydınlatan kitapları baş göz üstüne ya gazeteciliği? BBC’nin önüne heykeli dikilecek türden bir gazetecilik!

Araştırmacı gazeteciliğim hep bir adım öne çıksa da aslında yazın çalışmalarıyla hep iç içe ve sırt sırta yürümeye çalışıyorum. Edebiyatla birlikte kalemimin birazcık daha kıvraklaştığı ve sivrildiğini görmek duyumsamak beni hem mutlu ediyor hem de güçlü kılıyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2020 verilerine göre Türkiye’de kitap okuma oranı çok düşük. COVİD-19 salgını ile birlikte teknoloji bağımlılığı artarken kitap ve gazete okuma oranları aynı oranda düşüyor. Böyle bir dönemde Rüzgârımı Kestiler, çok kısa bir sürede ikinci baskıya ulaştı. Bu kadar hızlı bir zamanda bu kadar çok okurla buluşmak konusundaki hislerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

Demek ki, Türkiye’nin hâlâ kitap okuma rüzgârı kesilmemiş! Yazar olarak çok mutlu oldum. Siyasi araştırma kitaplarımdan bir günde beş baskı yapan kitabım da oldu. Ama edebi çalışmaların Türkiye’de ne kadar zor okurla buluşabildiği, nedense kurguya insanların daha mesafeli olduğu bir gerçek. Popüler isimler olmadıkça gerçek anlamda edebiyatçıların kitapları maalesef Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görmüyor. Rüzgarımı Kestiler kitabını, yayıncısı ki ben ona yayıncıların Don Kişot’u diyorum, Haluk Hepkon’dan başlayarak editörüne, düzeltmeninden sayfa düzenleyicisine, pazarlamadan reklamına kadar emek veren onlarca insanın emeğinin karşılığı olarak görüyorum. Bunca emeğin boşa gitmemesi de hoşuma gidiyor bir yazar olarak. Umudumu tazeliyor, diri tutuyor bu ülkeye dair.

Ve son olarak önümüzde yeni çalışmalarınız var mı, varsa neler?

Yeni bir yaratım süreci benimle her yere geliyor. Henüz yazıya dökmedim. Karakterlerin kimi net, kimi belirsiz. İstanbul’da Hemingway’den Agatha Christie’ye kadar pek çok ünlüyü konuk etmiş tarihi bir otelde başlayan aşkın romanını yazmak istiyorum. Buna dönük tarihi araştırmalar yapıyorum. Öte yandan siyasi araştırma çalışmam da tezgâhta ama onun yazımı biraz daha uzun sürecek gibi duruyor.