Gelmiş çatmış, gelmez olasıca lanet gün. Duvardaki saat de göstermiş vaktin geldiğini, kasabanın kahvesinden, camisinden, dar dar sokaklardan başlayarak tüm hanelerinde. Ahali sıfır eksikle toplanmış. Utanmasalar, şahit dursunlar diye köyün hayvanlarını da getireceklermiş yanlarında.

İlk üç düğmeyi iliklememişler

BURÇAK SEL

Sen olmazsan bu dağları neyleyim

Çekinme ceylanım gel bu gariple

Neşet Ertaş

Atlarının alnı birbirine değecek olunca durmuşlar. Hayvanlardan biri seyirtse şöyle bir milim falan, ikisi de zıt yönlere doğru basıp gidermiş aslında. Ama o bir milimi denkleyememişler, zıkkım olsun ki. İstesek bu kadar hizalı gelemezdik, kader mahkemesini kurdu canımız için, geçit yok, demiş ikisi de içinden. Nasıl kederlendilerse sanık olup yargılanmaya artık, hayvanların ağızları yırtılacak olmuş çekilen gemlerinden. Yiğitlik denen şey, bir bizi de değil, sevdiğimiz ne varsa altına alacak demek, diye atlarına acıyıp neredeyse ağlayacak olmuşlar. Verdikleri eziyetten bir an olmuş utanmışlar. Derken, göz göze gelmişler. Bakışları birbirine yapışmış da kalmış hatta. Üzerlerindekinin son düzlük uğruna yarışacağını bilmeden, hayvanlar da kesişmişler. Aynı anda. Bu arada birbirlerinin bu kara günde, ne giydiğini süzmeye koyulmuşlar. Baştan aşağı. İkisi de başına dört köşeli kasketini geçirmiş. Bıyıklarını her günkü gibi taramışlar. İkisi de aynı biçimden eğerin üzerinde yola çıkacağını bilmeden hem de. Yaşamın sonunu kutsamadan ve kefen denen manasız bez parçasının herkesi eşitlediğine olan inanca kafa tutarak hep giyindikleri kıyafetleri daha bir özenle giymişler sanki. İkisi de deri yeleğini, gömleğini, koyu renk pantolonunu tercih etmiş üzerinde. Ayağına yarım çizmesini geçirmiş ikisi de. Ölürken cesedimiz, yaşadığımızdakinden neden farklı olsun ki diye düşünmüşler belli ki. Alın, böyle gömün ulan dercesine. Tek fark gömleklerinin rengi olmuş. Şu günü böylesine bir arenaya çeviren her şeye ve herkese ağız dolusu söverken, nedense birinin eli kırmızıya, diğerinin eli yeşile gitmiş. Kızların kaytanını kıran döşlerindeki kıllar gözüksün diye ilk üç düğmeyi iliklememişler. Yine. Ölsem de hatırımda bu halinle kalacaksın. Dıvrak olmuşsun ki nasıl, der gibi birbirlerine gülecek olmuşlar. Gülememişler tabii önce. Sonraya bırakmışlar.

Uzaktan biri, anaları tarafından özenle seçilmiş kıyafetleri giyerek bayram gezmesine çıkan ikiz kardeş sansa yeriymiş, bunları. Zaten sıradan bir dünya günü olsa, bu uzaktan görenin kardeş olmak dışında tüm zannı gerçek olurmuş. İki kardeşin torunlarıymış bunlar aslına bakarsan. Babaları amca çocuğuymuş. Ama öz kardeş gibi büyümüşler işte. Anaları da birbirinin süt anasıymış bunların. Altları aynı höllükte belenmiş mesela. Yürümeye başladıkları zeminden, okudukları mektebe kadar saymakla bitmeyecek aynılıkları olan bebelermiş bunlar. Ama doğdukları, büyüdükleri yerde bu benzerlikleri taşıdıkları için farklı değillermiş. Zaten çoğu bebe, ya birinci derece kuzeniyle ya da bunlar gibi ikinci derece kuzeniyle kardeş gibi büyürmüş burada. Yekûn bir benzerliğin içinde. Ama bunları özellikli kılan şey, bu tahrik edici tıpkılığın içinde ve hep büyüklerin arasında patlak verecek olan rekabete paye vermemek olmuş. Az’ı olan kırsalın mahrumluktan çok kolay ateşlediği hıncın kuyusuna düşmemişler. Babalarının onlar doğmadan ara ara yaşadığı, onlar doğunca sevindirik olmaktan bir ara unuttuğu ve onlar büyüyünce yeniden yaşamaya başladığı mal mülk husumetine rağmen bizim bunların arasından su sızmamış bir şekilde. Araya hasımlık girdiğinde ne analarının dolduruşuna gelmişler ne babalarının tehditlerine kulak asmışlar. Düşmanlığın en kızıştığı, dişe diş göze göz’ün kapıya dayandığı zamanlarda dahi körüklenmemişler. Aileleri bir türlü kalıcı bir barışa ikna edemeseler de birbirlerini incitmemişler. Aksine zorlayan tüm koşullara rağmen birbirlerini ahbaplıktan, kardeşlikten mahrum bırakmamışlar. Bir kez olsun bile. Toprak kavgasının gelenek olduğu kasabanın düşmanlık deyince ağzının suyu akan, benzer kadere mahkûm diğer gençleri de şaşmış kalmış bunlara hep. Allem edip kallem edip bin bir türlü kurnazlık denemişler de yine de kendi yollarına çekememişler. Bunlara inat, bizimkiler mütemadiyen birlik olmuşlar. Kız tavlamışlar. Düğünlerde halaya durmuşlar. At binmişler. Bir de toprak işlerinden fırsat buldukça, adına radyo dedikleri o çizik çizik kutudan gelen seslerle başka dünyalara salınmışlar. Salındıkça büyümüş evrenleri. Salındıkça tabii, gözlerinde karıncadan da küçük kalmış aile dertleri. Saçma bulmuşlar babalarının, onlardan önce dedelerinin falan meselelerini. Bu tahrik edici ve süregelen tarihin üzerinden basıp geçmişler. Kafalarının yönü hep ileriye dönükmüş bunların. Atlarının başları gibi. Hep.

Bu kara günün elbet bir gün kendilerini bulacağını unutmak isteyerek akrabalarının arasındaki sevgi boşluklarını doldurmaya koyulmuşlar. Umarsızlığa mahal vermeden. Becerebilecek sanmışlar iki başlarına bunu. İçlerindeki serinlik, tüm bu koca alevi söndürmeye yetebilir sanmışlar. Gel gör ki üstesinden gelememişler bir şeyin. Birbirlerine son zamanlarda ölüm fermanı çeken babalarının tarafında çoktan ikiye bölünmüş bile ahali. Beyaz rengini kasabaya almasınlar diye nöbetçi dikmişler giriş çıkışa. Olur da barış marış gelir diye. Bizimkilerin geceler boyu evlerin önünde nöbet beklemekten ayak tabanları delinmiş. Ama ne etseler de kimsede öfke geçmek bilmemiş. Büyümüş de büyümüş soyka. Tüm haneleri içinde yutmuş. Kasabanın içine adeta bir hınç zerk olmuş. Kan isteyeninden. Çok geçmeden, büyüklerden katletme elini almaya niyetli olmayan bizim bunları can evinden vurmuşlar. Oğlunu da babasıyla birlikte öldüreceğim demiş babalar. Nasıl birbirlerine bağlı olduklarını bildikleri halde. Oğul işini bari bize bırakın demek zorunda kalmışlar el mecbur. Hemen gün kesilmiş. Oğullardan başlanılacak, herkesin toplandığı kasaba meydanında o gün bu iş bitecek diye emir buyrulmuş fermanda. Muhtarı da hakem tutmuşlar.

Gelmiş çatmış, gelmez olasıca lanet gün. Duvardaki saat de göstermiş vaktin geldiğini, kasabanın kahvesinden, camisinden, dar dar sokaklardan başlayarak tüm hanelerinde. Ahali sıfır eksikle toplanmış. Utanmasalar, şahit dursunlar diye köyün hayvanlarını da getireceklermiş yanlarında. Babalar en ön safa durmuş. Anneler, umut denen şeyin süt evladının canıyla sınanacak olduğunu bilseler herkesin önüne dururlardı ahı’yla ve dünyanın en büyük kahrıyla yerlere kapanmış arka sıralarda. Muhtar efendi tüm kayıtsızlığıyla yerini almış. İmamın hemen yamacında. Ve bizimkiler biri bir başta, öteki diğer başta yola çıkmışlar. Her ikisi de kendi evlerinden doğru, düşmanlığın son bulsun diye çırpındıkları ama hiç bitmeyecek güzergahını çizercesine gözükmeye başlamış usul usul.

Diğer bacağı aynı anda ötekinin yanına çekip inmişler atlarından. Ahaliye bakmışlar önce. Her ikisinin de gözleri annelerini aramış. Bir müddet, perişan olmuş kadınlarla bakışmışlar. Sonra tekrar birbirlerine dönmüşler. Gülümsemişler. Her ikisi de sağ elini beline götürerek silahını birbirine doğrultmuşlar bu sefer. Bakışlar bir kez daha değmiş birbirine. Atlarınki de. Aynı anda birbirlerine adım atmışlar. Biir, diye bağırmış ahali. Bir adım daha atmışlar. İkii, demiş ahali. Üçüncü adımın sonunda, üüç der demez ahali, muhtar “ateeşş!” diye bağırmış. Aynı anda tek el silah sesiyle ikisi de devrilmişler yere. Gömleklerinden sızan kan, kırmızıyla yeşili birbirine kavuştururcasına ortalarında göl göl olmuş. Sicim gibi uzanan bedenlerin yere düştüğü esnada, kişneyerek ahalinin üzerine koşmaya başlayan atların, 20 saniyede babalardan başlayarak herkesi altına aldığı görülmüş. Tozu dumana savura savura katan hayvanların ardından, al kanlardan yazısı zor seçilen bir not uçuşmuş havada. “Yere ayak basar basmaz, içimizden yaşımız kadar sayıp ateş edeceğiz. Aynı anda da çekip gideceğiz.”