Hücrenin kapısı açıldı, başını içeri uzatan, çelik yelekli, uzun boylu, tabancalı sorgucu "üzülme artık" dedi. "Yanılmışız, ölen Hüseyin'miş, Mahir yaşıyor..."

Hücrenin kapısı açıldı, başını içeri uzatan, çelik yelekli, uzun boylu, tabancalı sorgucu "üzülme artık" dedi. "Yanılmışız, ölen Hüseyin'miş, Mahir yaşıyor..."

İLKAY ALPTEKİN DEMİR

Sansaryan Han'ın en üst katındaki hücremdeydim. Aklım çok ağır işkenceden geçirilmiş olan Necmi [Demir] ve İrfan'daydı [Uçar]. Karşı sıradaki iki hücredeydiler. Durumlarını bilememek ve elimden bir şey gelmediğini kabullenmek çok zordu.

Buraya getirildiğimizden beri süren kargaşa ve terör faslı sona ermiş, ortalığa alışılmadık bir sessizlik çökmüştü. Adeta bizi unutmuşlardı. Uzun aralıklarla hücrelerden birinin kapısı açılıyor, içimizden biri sessizce yazılı sorguya götürülüyordu.

Beni de aldılar. Birkaç masa, sandalye ve daktilo bulunan sıradan bir büroda sorguya başladılar. Bu kez gözlüğümü de vermişlerdi. Birkaç gün önceki işkencecilerin bunlar olup olmadığı anlamaya çalışıyordum. Ortamdaki farklılık çarpıcıydı. Kafamdaki tek düşünce oyuna gelmemek ve dışarıdaki arkadaşların güvenliğini tehlikeye düşürebilecek bir ayrıntıyı dile getirmemekti.

Oysa sorgu çok sıradandı. Sanki sorgucuların aklı söylediklerimde değildi. Laf arasında bana arkadaşlarımın kuşatıldıklarını, yakalanmalarının an meselesi olduğunu söylediler. Yakalandığımızdan beri bu tür o kadar çok yanlış bilgi vermişlerdi ki...

MAHİR'İ TARİF ETMEMİ İSTEDİLER

Tutsaksanız, sizi tutsak edenlerle aranızdaki mesafeyi korumalı, ortama elden geldiğince yabancı-laşmalı ve hele her söylenene asla inanmamahydı-nız. Bunları sağduyumla biliyor ve serinkanlılığımı koruyordum.

Benden Mahir'i tarif etmemi istediler. Elden geldiğince gerçeğe aykırı bir tarif yaptım. Her ihtimale karşı, ihtiyatlı davranıyordum. Sıradan sorgu devam etti. Derken birden kapı açıldı, çelik yelekli tabancalı uzun boylu biri daldı odaya. "Gözümüz aydın" dedi, "Olay bitti; Mahir ölü, Hüseyin yaralı!"

Odadakiler sarılıp, birbirlerini kutlamaya başladılar. Donmuştum. Sonra bana döndüler, alaycı bir dille bir şeyler söylediler. Artık hiçbir şeyi duymuyordum. Ağlıyordum. Ortamdan bütünüyle kopmuştum. Sanki yüreğim dağlanıyordu. Odadakiler sustular. Sorguya devam etmeye çalıştılar. Olmayınca, "Sonra devam ederiz" dediler ve beni hücreme götürdüler.

'YANILMIŞIZ! MAHİR YAŞIYOR...'

Hücreye dönmek çok iyi gelmişti. Yüreğimdeki dağlanma dinmiyordu, ama hücremin sessizliğinde ağlayabiliyordum. Kendimden utanmıştım. Sorguda zayıflık gösterdim, duygularımı ele verdim diye kendime kızıyordum. Sorgucularım da gafil avlanmışlardı. Akılları gerçekten başka yerdeydi ve zayıflığımı kullanıp, beni çökertmeye kalkışmamışlar, benim acımdan etkilenmişlerdi.

Duyduğum haberi öteki hücrelerdeki arkadaşlar bilmiyorlardı. Bu durumda ne yapmam gerekirdi? Acaba, bağırarak bunu onlara açıklamalı mıydım? Öylesine çaresizdim ki, bilemedim. Aradan kısa bir süre geçti. Hücrenin kapısı açıldı, başını içeri uzatan çelik yelekli uzun boylu sorgucuydu. "Üzülme artık" dedi. "Yanılmışız, ölen Hüseyin'miş, Mahir yaşıyor."Göğsümdeki dağlanma, yerini bütün hücrelerime sinen, beni güçlendirip, ayaklarım üzerinde doğrulmama yardım eden derin bir acıya bırakmıştı. Hüseyin Cevahir çok takdir ettiğim ve saygı duyduğum bir arkadaştı. Düşünceli, özverili ve olgun yaklaşımıyla sık sık ço-cuksulaşabilen üniversite öğrencisi ortamımıza farklı bir soluk katıyordu. Bu olgunluğu, Alevi dede sülalesinden gelmesine yorulurdu.

Gazeteler Hüseyin Cevahir'in dürbünlü silahla, hedef gözetilerek vurulduğunu yazıyordu, ilk başta yanılmış olmaları, ölenin Mahir olduğunu sanmaları, belki de Hüseyin'i Mahir sanarak vurduklarını düşündürüyordu. O gün başka arkadaşlara da Mahir'i tarif ettirdiklerini öğrenecektim. Onlar da yanıltıcı tarifler yapmışlardı. Vurucu timin elinde bir fotoğraf olmadığı anlaşılıyordu.

Hastaneden çıkarıldıktan sonra Mahir'i bizim yanımıza getirmediler. Aylarca tek başına Selimiye Kışlası'nda bir hücrede tuttular. Yaraları ağırdı ve yavaş iyileşti. Yine de, Hüseyin ölürken hayatta kalmak Mahir için sanki daha ağır bir yaraydı. Hastanede serumunu çıkarmaya çalışmış, yaşamak istememişti. Hücrede yazdığı bir şiirde bu duygularını açıkça dile getirmişti. Savcı Naci Gür onun bu duyarlılığını fark etmiş ve tecrit koşullarında olabildiğince kullanmıştı. İbret vericiydi. Sanki Dede Korkut kitabı canlandırılıyordu. Bir askeri savcı yirmi beş yaşındaki bir tutukluyu hayatta kaldığı için eleştiriyor, ölmediği için suçluyordu! Duruşmalar başlayınca bu çirkin taktiği sürdürmek istedi. İzin vermedik. Saldırıları birlikte göğüsledik.

Mahir kısa sürede toparlandı. Siyasal Bilgiler'de sıralara sığmayıp merdivenleri dolduran binlerce gencin soluksuz dinlediği güçlü hatip geri gelmişti. Her zamanki muhakeme gücü ve söz ustalığıyla mahkemenin yönünü değiştirmemize olanak verdi. Duruşmalar adeta bir karşı yargılamaya dönüştü. Sonunda Selimiye'den Maltepe Askeri Cezae-vi'ne, aramıza gelmesini sağladık.

Maltepe'nin üniversite kantinini andıran, yaşanan gerçekliğe belki biraz hafif düşen ortamında rahatladı. Ama savunma üzerinde yoğunlaşamıyor-du. Tek düşüncesi hapishaneden kaçıştı. Öleceğini biliyor ve idam edilmek istemiyordu. Bütün kaçış senaryolarını ciddiye alıyor, inceliyor, zorluyordu. Devlet öç almaya kararlıydı. Ve bize kurban törenini yani idamı beklemek ya da dövüşerek ölmek arasında seçim yapmak düşüyordu. Sonunda tünel seçeneği tercih edildi ve bir akşamüstü alacakaranlıkta beş arkadaş kaçtılar.

Biz geride kalanlar, tünelden uğurladığımız arkadaşları bir geri çekilmeyi örgütlemeye, zorlandığımız ölüm kalım savaşından kaçınmaya ikna etmeye çalışmıştık.

Belki de kaçanlar arasında olmamanın rahatlığı ve sorumluluğuyla. Ama bunun başarılabilmesi için dışarıda çok güçlü ve serinkanlı bir örgütsel destek olması gerekiyordu.

Bu gerçekleşmedi. Mahirler ölüm kalım savaşını sürdürmeye zorlandılar. Onlar kendilerinden beklenen yiğitliği, devletimiz de 'kararlılığını' gösterecekti. Kızıldere'de katledildiler.

* * *

Hüseyin Cevahir

1945 Tunceli Mazgirt doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisiydi. İstanbul Tıp Fakültesi'nde okuduğu yıllarda gençlik mücadelesi içinde aktif biçimde yer aldı. DEV-GENÇ militanlarındandı. TİP Gençlik Kolları'nda çalıştı. TİP içindeki tartışmalarda Mahir Çayan'la birlikte davrandı. THKP-C'nin kuruluşunda bulundu ve örgütün militan kadrolarında yer aldı. 12 Mart'tan sonra THKP-C'nin, İsrail başkonsolosu Efraim Elrom'un İstanbul'da kaçırılması eyleminde bizzat yer aldı. Elrom'un öldürülmesinden sonraki günlerde Mahir Çayan'la birlikte İstanbul Maltepe'de sığındıkları evde kuşatıldı. İki günden fazla süren kuşatma, 31 Mayıs 1972 sabahı bir keskin nişancının tek mermiyle Cevahir'i öldürmesiyle sona erdi. Mahir Çayan ağır yaralı yakalandı. Cevahir, şiir yazardı, Shakespeare okurdu ve Jimi Hendrix dinlerdi...

* * *

31 Mayıs 1972, İstanbul Maltepe

Mahir yaralı, Cevahir tek mermiyle...

MAHİR Cayan ve Hüseyin Cevahir, sandalla Maltepe'ye geldiler ve Bingöl Erdumlu'nun babasının evine sığındılar. Boş olması gereken evden gelen sesler ve kimsenin çalınan kapıyı açmaması üzerine çevre sakinleri, hırsız kuşkusuyla polise haber verdiler. Olayın ciddiyetine ilişkin tam bir kestirimde bulunamayan Mahir ve Hüseyin, kapıya dayanan mahalle bekçisini yaralayarak kaçtılar. Ankara Asfaltı'na ulaşmaya çalışırlarken, peşlerindekilere yoldan geçen bir 'fruko' kamyonundan inen toplum polisleri de katıldı. Mahirle Hüseyin, polislerle çatışarak Maltepe çarşısından çekildiler. Düşürdükleri bavulda, sökülmüş bir tomson, mermiler ve dergilerin yanında, öldürülen İsrail konsolosu Efraim Elrom'un kimliğinin ve pasaportunun bulunması, polisleri, henüz kimliği tahmin edilemeyen kaçanların 'büyük balık' olduğuna inandırdı. 'Terörist avı' konusunda henüz deneyimsiz olan polis 'Efraim Elrom'u öldürenlerin hücresinden' iki kişi üzerine sonuç alıcı bir saldırıda bulunmaya cesaret edemedi; takip ve çevirme ile yetindi. Mahir ve Hüseyin çemberi yaramayacaklarını düşünerek Küçükbağ sokağında, 8 numaralı apartmana sığındılar. Birinci kattaki eve girdiler ve burada oturan Uğraş ailesinin dışarı çıkmasına, izin verdiler. Birinci katta direnemeyeceklerini düşünen Mahir'le Hüseyin evden çıkıp hızla üst kata tırmandılar. Merdivenlerde, üçüncü kattaki evinin tehlikeli hale geldiğini hisseden; oğlu Tamer ve kızı Sibel ile kendini apartmandan dışarı atmaya çalışan Sevim Erkan'la karşılaştılar. 14 yaşındaki Sibel'i yanlarına alarak Erkan'ların dairesine girdiler. Bu arada semt kuşatılmış, civardaki evler boşaltılmış, Mahir'le Hüseyin, keskin nişancılardan havan topçularına kadar eşi görülmedik bir güçle bulundukları yerde kıstırılmıştı. Bir süre sonra evin çevresindeki tertibatlarını tamamlamış asker ve polislerin teslim ol çağrısını işittiler. Mahir ve Hüseyin, bu çağrıyı, "Asla teslim olmayacağız. Bizim buradan ancak ölümüz çıkar. Çocuğa dokunmayacağız. Çocuk ancak sizin ateşinizle ölebilir. Silahımızı da asla teslim etmeyeceğiz. Erkek adam silahını atmaz. Bizi teslim almaya gelirseniz silahımız size dönecektir" diye yanıtladılar. Bir süre sonra da taleplerinin yurtdışına çıkmak için pasaport ve araç olduğunu bildirdiler. Kuşatma, yalnızca ilk gece ışıldakların bir an için söndürülmesiyle evden atılan beş el ateşle kesilen bir sessizlikte, 51 saatten fazla sürdü. 31 Mayıs sabahı, 'Dünya atış şampiyonası üçüncüsü', Binbaşı Ahmet Cihangir'in, perde arkasında beliren gölgesine nişan alarak pencere önünde nöbet tutan Hüseyin'i tek kurşunda yere yıkmasıyla sessizlik sona erdi. Binanın arka tarafından açılan destek ateşiyle içeri giren asker ve polisler düştükleri yerden ateşi sürdüren Hüseyin'i ve Mahir'i kurşun yağmuruna tuttular. Sibel, çatışma sırasında yan taraftaki mutfağa sığınarak yaralanmadan kurtuldu. 23 kurşunla delik deşik edilmiş Hüseyin'in vücudu Süreyyapaşa Sanatoryumu'na kaldırılırken, ağır yaralanmış Mahir 'Cevahir'ini kalbine gömüp', bir albay ve polisler tarafından gözaltında tutulacağı Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne kaldırıldı. Kaynak: 'Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi', İletişim Yayınları, Cilt 7,1988.