İngiltere’nin insanların sığınma hakkını reddedip başvuruyu kabul etmemesi ve bu insanları bir de tutup Ruanda’ya göndermesi hiçbir meşruiyeti ve yasal dayanağı olmayan bir karar.

İngiltere ve Ruanda planı

Emre Eren Korkmaz

İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın yaklaşık 1 hafta süresince sosyal medya hesaplarından yaptığı “küresel göçmen krizine” çözüm bulunmasına dair propaganda çalışmasının sonucunda 14 Nisan’da Ruanda ile imzalanan “Ekonomik Kalkınma ve Göç Anlaşması” çıktı. Dünyaya örnek olacağı iddia edilen, sorunu çözümsüz bırakan mevcut mekanizmalara alternatif sayılan ve elbette “inovatif” olacak bu anlaşmanın öne sürdüğü maddeler ne inovatif ne yeni ne de herhangi bir sorunu çözebilecek bir işleve sahip.


Ruanda ile yapılan anlaşmaya göre İngiltere’ye botlarla veya kamyon kasalarında kaçak geçenler yakalandıklarında ve/veya sığınma başvurusunda bulunduklarında başvuruları İngiltere’de değerlendirilmeyecek. Sığınmacılar zorla uçağa bindirilip Afrika’nın ortasındaki Ruanda’ya gönderilecek, sığınma başvurusunu Ruanda otoriteleri inceleyecek ve şayet başvuran mülteci olma şartlarını yerine getiriyorsa Ruanda’da mülteci olarak yaşamaya devam edecek. Eğer başvurusu reddedilirse, anlaşmada buna değinilmediği için, büyük ihtimalle Ruanda tarafından ülkesine geri gönderilecek.

Bu elbette akla mantığa sığmayan, hiçbir hukuki yaklaşımla meşrulaşması mümkün olmayan bir anlaşma. Her ne kadar anlaşmanın duyurulmasının ardından birçok Muhafazakâr vekil ve İçişleri Bakanlığı Ruanda’nın güzel, dinamik, hızla gelişen ve cennet gibi bir ülke olduğunu öne sürse de meselenin Ruanda’nın doğa güzellikleri ile ilgisi olmadığı gayet açık. İngiltere bunun karşılığında Ruanda’nın “kalkınması” için 120 milyon pound destekte bulunacak.
Bu anlaşmayı yorumlama söz konusu olduğunda insan nereden başlayacağına, neye öncelik vereceğine karar vermekte zorlanıyor. Buna dair UNHCR gibi birçok kurum da eleştirilerini paylaştı ve anlaşmanın iptalini talep ettiler. Ama bu eleştiriler içinde bu yazıda üzerinde durulmayacak konu meselenin ne kadar masraflı olduğuna dair yaklaşım. Sığınmacıların istekleri dışında başka bir ülkeye gönderilmesinde İngiltere’nin uçak biletlerine ayıracağı parayı bu yazıda dert etmeyeceğiz.

Bu anlaşmada en temel mesele İngiltere’nin sığınmacılar ve mülteciler ile ilgili kendisini de bağlayan, imzaladığı uluslararası anlaşmaları reddetmesidir. Artık İngiltere’de sığınma başvurusunda bulunmak, mülteci statüsü almak neredeyse imkânsız. İngiltere kaçakçılar yoluyla, sınırları gizlice geçmeye karşı olduğunu ama “gerçek” mültecilerin yasal yollarla başvurabileceğini söylese de bu pratikte çok güç. İngiltere’nin diğer ülkelerde sığınmacılar için sunduğu etkili bir mekanizma yok. Ukrayna için yakın zamanda başvuru merkezleri açıldı ama onların dahi işlemesinde ciddi sorunlar oluyor. Sığınma başvurusu yapmak için bulunduğu ülkeden ayrılmış olma şartı olduğu için, yani kişi ülkesindeki bir konsolosluğa gidip vize başvurusu yapar gibi sığınma başvurusu yapamayacağı için, bir şekilde sınırları kendi imkânlarıyla aşması gerekiyor. Bu durumda da İngiltere sınırları aştığın ülke güvenli ülkedir deyip o ülkede kalmanı öneriyor. Yani Suriye, İran veya Irak’tan ayrılan biri Türkiye’ye geldiğinde, yasal yollarla İngiltere’ye sığınmacı olarak başvuramadığı için yola devam ediyor.

AB ve BM’nin yeniden yerleştirme (resettlement) programları var. Buna göre mültecilerin yükünü tüm ülkeler paylaşmalı ve ilk sığındıkları ülkeden başka bir ülkeye yeniden yerleştirme için başvurulabilir. Ama bu da fiiliyatta zor ve yavaş işliyor ve çok az insan bu açıdan şanslı oluyor. İngiltere ayrıca Suriye örneğinde olduğu gibi söz verdiği 20 bin kişiyi dahi yıllardır alamadı. İngiltere’nin büyük bir şevkle desteklediği ve silah yardımı-satışı yaptığı, her yeri sarı-yeşil bayraklarla donattığı Ukrayna konusunda dahi, kamuoyu baskısı sonucunda ancak 50 bin Ukraynalıya izin verildi. Bunların çoğunu da İngiltere’de yaşayan Ukraynalılar aile üyelerini getirerek doldurdu. Kalanını da sponsorluk adı altında halkın evinin bir odasına açmaya gönüllü olması ile almayı gündeme getirdi. Bu programda da kadınlara yönelik taciz ve taciz mesajları ortaya çıktı. Yine yıkılmasında pay sahibi olduğu Afganistan’dan Taliban sonrası sadece 13 bin mülteciyi kabul etti. Askeri anlamda desteklediği Yemen’e yönelik saldırılara karşın Yemen’den ciddi sayıda mülteci de kabul etmedi. Özetle İngiltere, mültecileri ortaya çıkaran neredeyse her çatışmada aktif şekilde yer alsa da bu çatışmalardan kaçanların İngiltere’ye yasal yollardan gelip sığınması çok zor.

Uluslararası hukukta insanların sığınma hakkı var ve sığınma başvurusu yaptıkları ülkede bu sürecin işlemesi, kişinin başvurusunun değerlendirilmesi gerekiyor. İngiltere’nin bunu reddedip başvuruyu kabul etmemesi ve bu insanları bir de tutup Ruanda’ya göndermesi hiçbir meşruiyeti ve yasal dayanağı olmayan bir karar. Zaten Manş Denizi çok zorlu bir deniz ve yılın belirli günlerinde insanlar geçebiliyor. 2021’de toplam botlarla geçen sayısı 28 bin, bir önceki yıl 8 bin 500 ve 2019’da 2000’den az. Bu insanların ısrarla Fransa’dan İngiltere’ye geçmeye çalışmasının sebebi ise genelde aile üyelerinin İngiltere’de olması. Dolayısıyla insanların geri Fransa’ya gönderilmesi dahi yasalara aykırıyken Fransa’ya değil Ruanda’ya gönderilmesi çok daha feci bir durum. Burada en çok korkulan durum ise Manş Denizi’ni geçmeyi göze alanların Ruanda’ya gitme söz konusu olduğunda intihar etmesi ihtimali.

Burada bir diğer konu ise zengin ülkelerin parasını vererek sığınmacıdan kurtulacağını zannetmesi. Bu sadece İngiltere’nin planı değil, ABD ve AB de başka ülkelerle anlaşma yaparak göçmenleri o ülkelerde zorla tutma karşılığında para desteği sunuyor. Bu anlaşmalardan biri de AB ile Türkiye arasında imzalanan geri kabul anlaşması. Türkiye hem para hem de vize serbestisi alacaktı ancak finansal destekle sınırlı kalıyor. Yani hem hukuka aykırı hem de etik olmayan bir tutum.

Diğer yandan bu anlaşmanın örnek ve inovatif olması da palavra. Daha birkaç yıl önce İsrail Ruanda’ya Sudanlı sığınmacıları aynı şekilde göndermiş, sonra bu program eleştiriler karşısında iptal edilmişti. Ayrıca Avustralya’da sınırlarını izinsiz aşmaya çalışanları Pasifiklerde Papua Yeni Gine ve Nauri’ye bağlı ıssız adalarda yıllardır tutuyor. Bu kampları özel şirketler işletiyor ve sığınmacı başına para kazanıyorlar. Bu kamplardaki sorunlara dair de çok sayıda araştırma yapıldı. Hem sığınmacılar nezdinde ciddi sağlık sorunlarına ve hak gasplarına neden oluyor hem de beklenenin aksine göç hareketliliği devam ediyor. Bu yazıda Avustralya’nın harcadığı paraya ve bu paraya değip değmediğine değinilmeyecek. Sığınma başvurusunu reddetme ve deport etme bir yana bir de insanları istemedikleri bir ülkenin yönetimine teslim etmenin hiçbir tutarlı açıklaması bulunmuyor.

Uluslararası hukuku, bağlayıcı anlaşmaları reddetme, sınırlara fiziksel ve son teknoloji ürünü sanal duvarlar örme, başka ülkelere sığınmacıları zorla tutma karşılığı para verme konusu son yıllarda işe yaramadığı kanıtlandığı halde zengin ülkelerde popülerliğini koruyor. Danimarka da Ruanda ile bu konuyu görüşmeye başlarken Yunanistan, Bulgaristan ve Polonya’da sığınmacılara işkence yapma, botlarını batırma, eşyalarını çalma ve zorla geri gönderme pratikleri gün yüzünde, açık açık yapılmaya devam ediyor. Bu yaklaşımların teşhirinin yanı sıra barış mücadelesini geliştirmenin ve savaşlara ve çatışmalara karşı çıkmanın önemli olduğunu düşünüyorum.