İnsan insanın imtihanıdır; aşkla, merhametle, ihanetle, kimsesizlikle. İnsan insanın kimsesizliğidir bu anlamda.

İnsan dedikleri

Nesli Zağlı

“İnsan insan dedikleri
İnsan nedir şimdi bildim
Can, can deyü söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim”
Muhyiddin Abdal

İnsan İnsan… Bir insan yavrusu daha ilk an bir diğer insanla ilişki içine doğar. Anneyle kurulan ilk bağın ardından da çevresinde hiç insan olmasa bile ilişkisel olmaya devam eder. Çünkü daha önce temas ettiği, kırıp kırıldığı, isyan ettiği veya boyun eğdiği tüm ötekilerin imgelerini zihninde taşır. Bu nedenle insan insanın izidir her şeyden önce, tortusudur. İnsan zihnindeki reel ve imajiner her türlü bağ, bir ömür boyu ona eşlik edecek; duygularına ve davranışlarına yön verecektir. Başta anne ve baba olmak üzere “ötekilere” ait tüm temsiller; bireyin yaşam algısını, duygulanımını, güdülenmesini ve ruh sağlığını belirleyecektir. Burada bahsettiğimiz üç katmanlı bir algıdır: bireyin kendisi, ötekiler ve hayatla ilgili izleri. Örneğin kişi yaşamı baş edilemez bir güçlük gibi, ötekileri her an kendini yargılamaya ve zarar vermeye hazır bir tehdit gibi ve kendisini de tüm bu basınç ezilen bir kendilik gibi hissettiğinde yaşam kaygılı, depresif ve bunaltılıdır.


Bu nedenle insan insanın zihinsel evreninde hep bir şeylere karşılık gelir. Bu anlayış öncelikle Thomas Hobbes ile başlar, yani “homo homini lupus” ile. İnsan insanın kurdudur olarak çevrilen bu deyiş Hobbes’un felsefesinde ilkel insanların devlet öncesi birbirlerinden zarar görmeye yönelik korkularından köken alır. Hobbes’un 17. yüzyılda öne sürdüğü bu yaklaşıma göre belirsizlik, çıkar çatışmaları ve savaş tehdidi ancak bir devlet sözleşmesiyle giderilebilir. 21. yüzyıla gelindiğinde, devletlerin hüküm sürdüğü bir çağda, devletlerin ve aralarındaki çıkar çatışmalarının tam gaz sürmesi ve belirsizliklerin, güvensizliklerin her geçen gün derinleşmesi; insanın her daim insanın kurdu olarak kalacağının bir belirtisi değil mi? İki büyük dünya savaşı, diğer savaşlar, soykırımlar, katliamlarla dolu İnsanlık tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle “İnsan insanın cehennemidir” önermesini destekleyen bir yazgı gibi. Vahşileşen, işgal eden, sömüren, yayılan, ölüm makinesi haline gelen devletleri maalesef bir anadan doğmuş insan canlıları yönetiyor. Çağlar boyunca insan hep insanın felaketi oluyor, Samed Behrengi’nin de dediği gibi.

Bireylerarası alana baktığımızda da insan insanın yoksunluğu, kursağı, yarasıdır. Bir ömür boyu temas ettiğimiz, bizi anlamayan, yargılayan, suçlayan, zor durumlarda bırakan tüm o insanlar. İnsan insanın hayal kırıklığıdır bu anlamda ve yetişkin hayata eriştiğimizde ceplerimiz cam kırıklarıyla doludur. En basit düzeydeki anlaşmazlıklardan, en insanlık dışı travmalara kadar geniş bir yelpazede insana dair tüm yorgunlukları yaşarız. Kimi hiçbir zaman bakım alamadığı, anlaşılmadığı, korunup kollanmadığı bir annenin yoksunluğunu, kimi cezalandırıcı ve baskılayıcı bir babanın ezici ağırlığını, kimi yediği içtiği ayrı gitmeyen bir dostun ihanetini, kimi de tacizci bir akrabanın veya tanıdığın lanetini yaşar. İnsan insan için ya hep eksik ya hep boyundan fazla ya uzlaşılmaz ya da ulaşılmaz kalacaktır. İnsan bu anlamda insanın kuraklığıdır ama aynı zamanda selidir, felaketidir. Çünkü bazen bir insanın varlığına, birliğine ve eşliğine çaresizce muhtaç kalırken bazen de başka bir insanın istilacı ve sürükleyip yutan yağmuruna maruz kalırız.

İnsan insanın boşluğu, uğultusudur. Bizim öykümüz bir insanla başlar ve yanımızda bizden kimse olmasa da bir insanla biter. Tüm bir yaşam boyunca hayatımıza insanlar girer, gezinir, uzun uzun oturur, söylenir, sarılır, korur kollar, aşağılar, pohpohlar, yönetir, ikna eder, teessüf eder, flört eder, taciz eder, anlar, yatıştırır, karşı çıkar, şekillendirir, şeklimizi bozar, duygulandırır, ağlatır, cezalandırır, heyecanlandırır… ve gider. Bu işgalci güçlerden geriye kimi zaman bomboş ellerimizle biz kalırız. Hayatımıza girip çıkan her insanın bir izdüşümü, net bir imgesi olmayabilir. Bazen sürreal bir resim gibi bir imge kalır geriye. İnsan insanın çağrışımıdır. Ancak çağrışımlar ne kadar netse, tutarlıysa ve iç ısıtıcıysa o içinden kasırga geçen zihnin koridorları o kadar sakin ve berraktır. Boşluk ise yutucudur, tekinsizdir, erken yaşta kaybedilen bir ebeveynden, kardeşten, dosttan, hocadan kalan gibi.

Bir yetişkin olarak ruhsal alanımız hep insanlarla temas ederek ya da etmeyerek yaşadığımız olumlu ve olumsuz anıların izdüşümleriyle dolu. İnsan insanın sadece kurdu, kursağı, felaketi değil. İnsan insanın aynası, yansıması, ikizliği. Anne ile kurulan ilişkiden başlayarak yaşamamızın her noktasında aynalanmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bir anne bebeğine, “Canım neden suratını ekşittin, karnın mı ağrıyor yoksa” dediğinde bebeğin yüz ifadesini, duygusunu, ihtiyacını aynalamış olur. Aslında biz yaşam boyu buna ihtiyaç duymuyor muyuz? Biz anlatmadan anlaşılmaya? Ne kadar basit ama değerli bir ihtiyaç. Yaşamda aynalanarak kendimizi tanıyor ve anlıyoruz. Sınırlarımızı ve içimizdeki engin duygularımızın dışarıdan nasıl görüldüğünü merak ediyoruz. Sosyal ilişkileri tehdit olarak algılayarak içe dönenler işte bu aynalanma işinden mahrum kalıyorlar. Aşksız yaşamayı tercih edenler biraz çarpıtılmış da olsa kendilik imgelerinin aşığın gözünden nasıl göründüğünü asla bilemiyorlar. Bu aynalanma işini hafife almamak lazım çünkü aslında yaşamın ortasında kendimizi nasıl konumlandırdığımızla, kendimiz hakkında nasıl hissettiğimizle, kısacası psikososyal işlevselliğimizle çok ilişkili.

İnsan insanın imtihanıdır; aşkla, merhametle, ihanetle, kimsesizlikle. İnsan insanın kimsesizliğidir bu anlamda. Bir insanla ilgili her deneyimimiz bizi öyle veya böyle sınar. Çünkü “her aşk bir kışta sınanır kimi buz keserek terleyiverir kimi daha güçlü çıkar bahara!” İnsan insanın sığınağı, kuytusudur da aynı zamanda. Yara olan insan derman da olur. Şimdi bir dönüp bakın hayatınızda sizi anlayan, kollayan, yatıştıran, sığınak olan, iç ısıtan, sizi çoğaltan, geliştiren, dönüştüren tüm insanlarınıza. Sayıları cehenneminiz olan insanlardan az mı? Pek sanmıyorum. İnsan insanın evi, yuvasıdır. Tehditlerle örülü bir hayatın içinde güvende hissedebildiği limanıdır. Tüm bu duyguları coşturma özellikleri yüzünden insan, insan için insandan fazlasıdır; can veren ve can alabilendir. Bu yüzden de maksadını çoğu zaman aşacak şekilde insan insanın Tanrısıdır. Şartsız ve koşulsuz kabulü ve itaatidir ve bu en tehlikelisidir. Putlaştırılan her insan kabından taşacak ve ezici bir güçle hükmedecektir. Hem de kendisine bir yetki, bir yeterlilik, bir diploma sorulmaksızın! İnsan insanın her şeyi olsun ama diktatörü olmasın.

Tüm kötü devletlere, topluluklara, hırsızlara ve uğursuzlara karşın insan insanın umududur. İnsan insan için daha iyi bir dünyayı ümit edebilmenin yoludur. İnsanlık üzerine düşünen, haksızlıkların ve yoksullukların acısını kalbinde duyan, devrimleri yapan insanoğlu insandır. 21. yüzyılın eşitsizlik, haksızlık ve sömürü düzeninde kimlerin oyuna sponsor olduğunu ve kimin oyunu bozabileceğini iyi biliyoruz. Küresel sistem oyunun kendi gönlünce devam etmesi için kendi “persona non gratalarını” yaratıyor. Oysa bu düzenin kurucu ve sürdürücüleri bizim için birer “persona non grata”. Kapitalist dünya, hor görülen emek, kıskaca alınmış sanat, yüzeyselleştirilen insan ilişkileri, insanın insana zulmüdür. Bu düzeni değiştirecek olan ise AI robotları değil, yine insan yine insan. İnsanlara olmasa da insanlığa inanmaktan başka çare yok.