Kendisini Dışişleri Bakanı zanneden figüran Paris’teki hunharlığı kınama taklidi yaparken, ‘inanç özgürlüğüne saygı’ üzerine vurgu yaptı; tabiî, katilleri meşrûlaştırmak üzere.

İnanç, kendi başına bir utanç kaynağı: İnanç, dine ilişkin olsun olmasın, kişinin öznesi olmadığı bir bilgidir; inanmışlık da, insanın özne olmaktan istifa etmişlik durumu, dolayısıyla çok ayıp bir şey.

‘İnançlılık/inancına göre yaşama’ kendi başına bir erdemlilik gibi gösterilmeye çalışılıyor: Erdoğan, kendi polislerinin alçakça öldürdüğü Berkin’i nefretle, hunharca öldürülen Yasin’i ise rahmetle anıyor ‘inancına göre’ yaşıyordu diyerek. Elemanımızın gözünde ‘can’ diye bir kavram yok; ama, zaten olamaz da; zira bunlar, ‘insan’ kavramı daha kafalarında teşekkül etmemiş, dolayısıyla da ruhlarına yerleşmesi olanaksız canlılar; kısacası, kendilerinden biz insanlarınkine mümasil tepki ve değerlendirmeler beklemek, en âlâsından eblehlik.

‘İnancına göre yaşama’, Yeni Dünya Düzeni’nin ideolojisi post-modernizmin en büyük kozlarından biri, güya özgürlükçü ve çoğulcu. Aslında, ‘insan’ı insan olarak yaşamaktan vazgeçirmeye, kendi insanlığını inkâr edip ırk, etnisite, din, mezhep vb. temelinde muhkem hapisanelere doluşturmaya yönelik bir bir havuç: En güncel ve yerel örneğiyle, bir yandan insanların en temel vatandaşlık haklarını (örneğin eşit seçme-seçilme hakkının zorunlu koşulu olarak yüzde 10’luk seçim barajını kaldırmaksızın ve/veya zorunlu din dersi faşistliğini daha da kapsamlı hâle getirerek) gaspta ısrar ederken, diğer yandan da etnik veya mezhepsel temelde açılım/çalıştay maskaralıkları organize etmek.

İnanç, kutsalmış; hele bir de ‘dinsel’se daha da bir kutsal. Hiç utanmadan küçücük çocukları, dinleri, mezhepleri, oradan kalkarak da cinsiyetleri temelinde ayrıştırıyor, insanlığı yaşamak ve öğrenmeye en müsait oldukları bir dönemde birbirleri karşısında ötekileştiriyor ve bunu ‘inançlara saygı’ kisvesi altında meşrûlaştırıyorlar. Bu yaptıkları, cinsiyet ayırımcılığı, insanlık düşmanlığı: Kadınlar-kızlar niye örtüneceklermiş veya örtünenler niye kadınlar-kızlar olacakmış. Dinsel inanç gereği deyip dinselliği dokunulmaz bir yüceliğe taşıyorsan, öğrencilere yasakladığın dövmeyi kendi dinsel inancının gereği olduğunu söyleyecek insana cevabın ne olacak? Adam, inancım gereğidir diye, hem de en büyük sevap ve ibadet olarak kocası ölen kadını kocasının cesediyle birlikte canlı canlı yakarken ‘inancına göre yaşama özgürlüğü’nü nereye koyacaksın?

Çok daha güncel bir örnek: Kadının sadece gözleri görünüyor, tümüyle kapalı. Bu duruma izin, tahammül veya hoşgörü, insan haklarına saygının gereği mi, yoksa insanın canlı canlı yok edilmesine göz yumma, onun da ötesinde tasvip, destek, dolayısıyla da düpedüz en vahşisinden bir cinayet mi?

Biz insanlar birbirimizi ne parmak izi veya DNA’mızdan, ne de kıçımız, sırtımız veya ayağımızdan, ama yüzümüzden, simamızdan - ki, simaya aslında saçımız da dahildir - tanırız: Bir insanın yüzünü kapatmak, o insanın Ayşe’yse Ayşe, Ahmet’se Ahmet olmaktan çıkartılıp hiç kimseleştirilmesi, dolayısıyla beşerî bir özne olmaktan çıkartılması demektir. Bu duruma tepki göstermeyen, karşı çıkmayanın kendisi de insan değildir: Burka, peçe kesinlikle yasaklanmalı, en kısa vadede de, hastane odasında burkalı kadının kocasını tebrik eden Sağlık Bakanı’nın da, mutlaka ve mutlaka kınanıp toplumdan tecrit edilmesi yolunda bir kampanya düzenlenmelidir; ki, özel hastaneler zinciri patronu bir unsurun o makama getirilmesi de aslında genelev patroniçesi Matild Manukyan’ın Aile Bakanlığı’na getirilmesinden farklı bir şey değildir.

Şunu da ekleyelim: Rahmetli Manukyan, böyle bir görevi, zaten kabûl etmezdi; zira kendisi, yaptığı işi devlet olanaklarını kullanmaya tevessül etmeksizin açık açık yapıp rüşvetobur siyasîlerle saatten umre ziyaretine veya ‘çikolata kutusu’na çeşitli ‘hediyeleşme’ ilişkilerine girmeyerek yıllar boyu vergi şampiyonu olmuş dürüst bir TC vatandaşıydı.

P.S. Dikkat ettiniz mi; Metin Göktepe’yle Berkin, simaen de birbirlerine ne kadar benziyorlar: Her ikisi de güle güle uyusun.