Mülteci Kerim´in anlattıkları üzerinde düşünürken Pir Sultan Abdal’ın şu sözleri geldi aklıma: “Demiri demirle dövdüler; biri sıcak biri soğuktu. İnsanı insanla kırdılar; biri aç, biri toktu.”

“İnsanı insanla kırdılar…”

Ezgi GÜNEYTEPE

Mülteciler doğup büyüdükleri toprakları, savaş, yoksulluk, açlık, gelecek endişesi gibi nedenlerle yollarda olası her türlü olumsuzluğa, hatta ölüm tehlikesine rağmen daha güvenli, daha iyi yaşam umudu gördükleri ülkelere gitmek için terk ediyor. Yol güzergahında mülteci karşıtlığını varlık sebebi ilan eden aşırı sağ yükseliyor. Tartışmalarda ise mültecilerin söz hakkı yok. Biz tartışmaların odağındaki o insanlardan birini sayfalarına taşımak, konuyu farklı bir açıdan ele almak istedik.. İnsan kaçakçıların eline düşen mültecilerin yorucu uzun yol hikayesini, jiletli tellerle mücadelesini empatiyle okuyacağınızı umuyoruz.

Kerim*, 25 yaşında genç bir delikanlı. Umuda yolculuğu ise Gaziantep´te başlıyor. Almanya´da bir sohbet arasında “artık orman görmek istemediğini” dile getirince hikayesini anlatmaya koyuluyor. Sohbet boyunca, dinleyenlerin bile içi sızlarken ve hayretler içinde kalırken, Kerim sıra dışı sakinliğini koruyor. Son derece soğukkanlı ve rasyonel bir tarzı ile yolculuğun tüm detaylarını anlatıyor. 

KAÇAKCILIK SEKTÖRÜNÜN ELİNDELER

“Siyasi sebeplerden dolayı yurtdışına çıkmam gerekiyordu. Antep´te bir şebeke ile 8000 € üzerinden anlaştık, ancak beni yarı yolda bıraktıkları için hepsini vermedim.” Merakla neden diye sorduğumda; “Bekle Abla, her şeyi sıra ile anlatacağım” diye cevap veriyor. “Sırbistan’da ilk önce Belgrad´a gelip, orada bir otelde kaldık. Hazırlıklarımızı yaptık ve yola çıktık. Hepsi benim gibi Türkiye´den geliyordu. Bizim şebekemiz ise Afgan’dı.” Şebekenin Afgan olması beni şaşırtıyor. “Evet Abla, Afganlar yoğunlukta. Farklı şebekelerde var tabi ki. İşte Belgrat’tan bizi Sırbistan’ının Subotica diye bir sınır şehrine götürdüler. Bir görsen abla, her yerde oteller var. Sanki bizim gibi kaçak yollarla gitmek isteyenler için özel oteller yapmışlar. Orada bir otelde kaldık, hazırlanıp sınırın yanında bir ormana geçtik.”. Ormanda tek onların olup olmadığını soruyorum. “Sınırdaki ormanlar bir sürü mülteci ile dolu, Pakistanlı, Hindistanlı, Arap… Hepsi var. Bir ara farklı farklı gruplar halinde 300 kişi olduğu bile söylendi.” Kendi gruplarının 17-20 kişi arası erkeklerden oluştuğunu söylüyor Kerim ve ekliyor:” Diğer gruplarda kadınlar ve çocuklar da vardı. Hatta hamile bir kadın bile gördüm ben abla.” 

"GÖZ ÖNÜNDE İŞKENCE YAPILIYOR"

“Bizlere sadece bir saat yürüyeceğimizi ve hedeflerimize bir iki günde varacağımızı söylüyorlardı. Bu öyle olmadı. Macaristan'a geçmek için 12 gün mücadele verdik. Sırbistan-Macaristan sınırında iki tane yüksek jiletli tel var. Ortada Macar polisi sürekli devriye geziyor. Sınırı geçmeye çalışanlar o kadar çok ki, polis yetişemiyor bile.”. Yanlış anladığımı düşünerek “jiletli tel mi” diye soruyorum. “Evet abla, jiletli tel. 5 metre boyunda, bıçak gibi keskin ve çok tehlikeli. O tellere takılıp çok kişi ölmüş. Zor çıkarmışlar oradan.” 

Kerim´in anlattıkları bir anda beynimde canlanıyor. Avrupa’nın ortasında “jiletli tel” derken, tam algılamıyorum. Ancak Kerim henüz hikâyenin başındaydı. Bundan sonra duyacaklarım daha da dehşet vericiydi. Bu telleri ellerindeki merdivenlerle aşmaya çalıştıklarını ve 12 gün boyunca denediklerini söylüyor. TAZ gazetesinin haberine göre ise, bu tel örgüleri aşmaya çalışanlar ya parmaklarını kaybediyorlar ya da derin yaralar alıyorlar. 

“Bir de abla, yemleme olayı var. Mesela Macar polisini oyalayabilmek için bir grup polise taşlarla ve şişelerle saldırıyor. Bir keresinde kameralarını bile kırdık. Ben o yemleme ekibi içindeydim. Bizi önden gönderiyorlardı, biz polisi oyalarken diğer gruplar ise ellerindeki merdivenlerle jiletli tel örgüleri aşmaya çalışıyordu. Yani her gecemiz böyle geçiyordu. Hatta bir keresinde Macar polisini çok sıkıştırdık, Sırp polislerine haber vermişler. Bir tane Sırp polis arabası geldi, arabayı üzerimize sürdü. Orada bulunan grup taşlar ve şişelerle polis arabasını paramparça ettiler. Polisler kaçmak zorunda kaldı. Polislerin de can güvenliği yok ki!” 

“Eğer Macar polisi yakalarsa, işin kötü. Ya merdivenleri alıyorlar ve sen tellerde kalıyorsun. Ya da seni yakalayıp işkence yapıyorlar.” Nasıl yani diyorum, işkence mi? “Evet abla, bizden önce Macar sınırında yakalanan Afgan çocukları soğukta tüm gece çamura yatırmışlar ve hareket ettiklerinde dövüyorlarmış. Ertesi günde geri Sırbistan’a yollamışlar.” Kerim´in de aynı muameleye maruz kalıp kalmadığını merak ediyorum. “Benim şansım vardı, yakalanmadım. Ama benim akrabam, sınırı geçmeye çalışırken merdivenden düşüp ayağını kırıyor. Polis bunları yakalayıp, dövüp, polis aracına atıyor ve içeriye biber gazı sıkıyor. Öyle ki, yanındaki Afgan çocuk işkenceden dolayı altına pisliyor. Akrabamı üç gün sonra sakat haliyle Sırbistan’da bir yolun kenarına bırakıyorlar ama benim bunlardan çok geç haberim oldu. Kendisinde artık kalıcı bir hasar oluştu, tam yürüyemiyor.” 

Avrupa’nın göbeğinde jiletli telleri duyduktan sonra, bir de işkenceyi duyuyordum. Neden bunları duymuyorduk ki bizler? İnsan hakları konusunda herkes ders vermeye kalkan bir AB ülkesinde yaşananlar nasıl ispat edilir ve anlatılırdı ki? Border Violence Monitoring Network insan hakları ihlallerini arşivleyen bir sayfa. Örneğin çıplak arama, soğukta bırakma veya zorla yemek yedirme gibi sayısızca işkence türleri bu bölgeden bildirilmiş. Macaristan Hükümeti AB´nin mahkeme kurallarını yok sayarak, sayısız mülteciyi Sırbistan’a geri gönderiyor. 

YOLLARDA İNSAN KAÇAKCILARI HEGEMONYASI 

“Bizim grubun rehberi Afgan’dı, adamlar ormanda hızlı gidebilmek için uyarıcı madde alıyorlardı. Bunlara yetişmek mümkün mü? Biz de onların peşinden koştura koştura yetişmeye çalışıyorduk. Bir de 16 gün boyunca aç susuz kalmışız zaten. Yani öyle bir rezillik ki.” O kadar zaman nasıl susuz kaldığını merak ediyor ve bunun mümkün olmayacağını söylüyorum Kerim´e. “Valla abla, arada bir kere yiyip içtik. Ama artık o kadar hissizleştim ki ne açlık ne susuzluk ne korku. Hiçbir şey hissetmedim. Tek amacım o tel örgüleri aşıp Almanya´ya varmaktı. Sadece onu düşünüyordum, her şeyi göze aldım abla ben.” Kerim hissizleştiğini söylüyordu, bu konun üzerinde çok durmadan Afgan rehberlerin onlara nasıl davrandığını sordum. “Afganlar bize kötü davrandılar. Telefonlarımız sinyal veriyor diye topladılar, altı gün sonra telefonlarımızı isteyince bizi bıçakla gözlerimizi oymakla tehdit ettiler. Bir de bizi aç susuz bıraktılar. Ortalık bir anda gerildi, Afgan rehberler bize kurşun sıkıp öldürse, oraya gömer ve kimsenin de haberi olmaz. Sınır boyunca ormanlar zaten kaçakçılara tahsis edilmiş gibi. Bu yaşanan gerilimden sonra başka rehberlere verdiler bizi, sonra çok sıkıntı olmadı. Telefonlarımızı alabildik. Bize arada sırada ekmek bile verdiler.” Bu şebekelerin kendi hegemonyalarını yabancı devletlerde kurmaları ise, yüksek maddi güce işaret ediyor. Bölgede sivil toplum kuruluşlarının raporuna göre, kimi mülteci kadınların sınırı geçebilmek cinsel ve fiziki istismara maruz kaldıkları bildirilmiş. 

HER YER CAN PAZARI

“12 gün sonra sınırı geçebildik, sınırın hemen dibinde böyle sazlık, bataklık var. Dizimize kadar geliyor. Sonra bu bataklıkta yarım saat kadar yürüdük. Macaristan´da yakalanmamak adına on kilometre koşmaya başladık. Ama öyle koşuyoruz ki, bizi yakalamasınlar diye! Gruptan iki kişi bayıldı. Rehber gerçekten bayıldı mı diye çocuğun karnına tekme attı ve çocuk hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Bunu hiç unutamıyorum. Bir de yavaş gidenlere de vuruyorlardı. Biz bu çocukları sırtımıza alıp yolumuza devam ettik. Artık bizde derman kalmamıştı. Ormanın içinde bir çukur bulduk, geceyi orada geçirdik. Abla bir yağmur başladı, üşüyoruz ama beklemekten başka çaremiz yoktu. Arkadaşlarla sırt sırta veriyoruz ısınalım diye. Yapacak bir şey yok. Sonra bizi iki gün sonra bir kamyonetle almaya geldiler ve bir tarlanın içinde bıraktılar. Oranın Avusturya sınırı olduğunu söylediler ama etrafta hiçbir şey yok. Güvenemedim, o yüzden yanımda birkaç kişi ile beklemeye ve saklanmaya karar verdik. Beklemeyen herkesi Avusturya polisi yakaladı. Ama her yer polis kaynıyor. Abla, uyanık olacaksın bu konularda.” 

“Polisler azalınca yürümeye devam ettik, sonra o soğukta bir dereyi yüzerek geçtik. Avusturya´da bir ormana girdik ve bize araç göndermeleri için şebekeyi aradık. Bir kaçımızın kuru kıyafeti yoktu, donuyor arkadaşlar, hipotermi geçiriyorlar. Şebeke sürekli bizi oyalıyor. Hipotermi geçiren arkadaşlar ölmemek adına teslim olmaya gitti. Şebeke sattı bizi. O yüzden paranın sadece bir kısmını verdim.” Hipotermi kaynaklı ölümler kamuoyunda çokça tartışıldı; bundan dolayı parmaklarını kaybedenler bile var. 

“ARTIK HİSSİZLEŞTİM” a

“Beni bir akrabam almaya geldi, ayaklarım paramparça. Ayakta duramıyorum. İki kişi beni taşımak zorunda kaldı. Bir hafta sadece süt içebildim, yemek yemekte çok zorlandım. Bir hafta hiç yerimden kalkamadım.” 

Bütün bunları yaşadıktan sonra kendini nasıl hissettiğini sordum Kerim´e. “Mücadele devam ediyor abla. Buraya geldin ama rahatlayamıyorsun. Burada tutunmak çok zor. Bir ara sana onu da anlatırım. Hatta benim kaldığım yerde çok kişi dayanamayıp geri döndü. Ama ben gitmem. Geri gönderseler bile artık nasıl gelebileceğimi biliyorum. Kendim tek olsam bile gelirim.” Kerim´in umudu, mücadelesi ve kararlılığı o kadar etkileyici olmasına rağmen; ben halen “artık hissizleştim” dediği anı düşünüyordum. 


Kerim´in anlattıkları üzerinde düşünürken Pir Sultan Abdal’ın şu sözleri geldi aklıma: “Demiri demirle dövdüler; biri sıcak biri soğuktu. İnsanı insanla kırdılar; biri aç, biri toktu.”

*Güvenlik gereği isim ve bazı bilgilerde değişiklik yapıldı.