Bir tavuskuşu gibi kuyruğunu açmış hayatların romanı olan Ausgang’la kendinden bahsettiren Serkan Türk, “Toplum olarak seyircisi olduğumuz bazı olayların neye yol açtığını sorguladım” diyor.

İnsanlığın elinin uzandığı her yerde acılar yaşanıyor

Nuray Salman

Okurlarının öykülerine aşina olduğu Serkan Türk’ün ilk romanı Ausgang Yitik Ülke Yayınları’ndan çıktı. Ausgang renkli, ahenkli, göz kamaştırıcı ve de hüzünlü. Eserlerinin çıkış noktası insan olan Serkan Türk ile Ausgang'ı konuştuk.

Yazma serüvenin nasıl ortaya çıktı?
Bunca zaman sonra başa dönmek hatıralarımı gün ışığına çıkarmak gibi olacak. Çocukluğumun geçtiği seksen sonrasının o gri döneminde evin mutfağında çalan radyodan yükselen seslerin büyüleyen bir yanı vardı. Onca farklı eve bir noktadan ulaşan hikâyelerin günün geri kalan kısmında zihnimde çoğalmasına yol açması. Arkası yarınların, romanlardan okunan sayfaların bana bıraktığı ödünç kahramanlar… Birileri bu hikâyeleri yazmış, birileri seslendirmiş ve belleğimin kuytusunda birikmelerini sağlamıştı. Kalem tutmaya başladığım andan itibaren duyduklarımı, hissettiklerimi, hayal ettiklerimi yazarak sorguladım. Bir nevi düşünme biçimi gibi gördüm yazmayı. İnsan ancak kendi karanlığını görünce parlarmış.


Ausgang’daki Onnik Efendi kimdir?
Onnik Efendi bu toplumun ötekilerinden biri. Yazmadan önce beş yıl boyunca zihnimde gezdirdiğim bir hikâyenin ana kahramanı. Çocukluğumdan beri yaşlıları izlerim. Onların görüp geride bıraktıkları yaşamlarını merak ederim. Mutlu oldukları sayılı anı bir çırpıda anlatırlarken, mutsuzluklarının sebeplerini ellerinden gözlerinden okumaya çalışırım. Savaşlar görmüş, felaketler yaşamış bir toplumun topluluk olmasını sağlayan artçıları yaşamışlardır çünkü. Onnik Efendi hayatının son düzlüğüne gelmiş bir ihtiyar. Bir ihtiyar için yaşam ne kadar şenlikliyse onunki de o kadar şenliklidir. Bir iki dostu vardır, bir de geçmişin kuyusunda kalmış hafızası. Eline geçen ajandaya notlar alır. Sonra hatırlamasına yarar bu notlar. Yazmayı sürdürebilirse geçmiş bütün bütün kaybolmayacaktır çünkü.

Fransız kadın turisti Hranuş’u, Bulgaristan’da zorla Georgi adı verilen Hasan’ı, zulmü yaşayan değil yaşatan insanların pişmanlığının sembolü İbrahim’i, toplumun görmezden geldiği Hacer’i, kocası tarafından terk edildiğinde hayat karşısında dimdik duran Sıdıka’nın hikâyelerini öğreniyoruz “Ausgang”da. Bu kişileri birbirine bağlayan nedir?
Hayat akışı içinde nice şeye tanık oluyoruz. Karşılaştığımız yüzlerce insanın iyi ya da kötü bize bıraktığı küçük izlerle oluşan kimliğimiz. Bu romanı kurgularken toplum olarak seyircisi olduğumuz bazı olayların neye yol açtığını sorguladım. Yalnızca bu topraklarda değil insanlığın elinin uzandığı her yerde süregiden acılar yaşanıyordu. Şemi’in dediği gibi “gözümün yaşı gibi düştü gözümden dünya…” Dağınık zihnim bu gördüklerini yapbozun parçaları gibi bir bütün oluştursun diye yan yana getirmeyi denedi.

Ausgang, okuyucuya neleri fısıldıyor?
Geçmişle hesaplaşmadan bir geleceğimizin olamayacağını işaret ediyor Ausgang. Çıkış yolunu yalnızca temize çıkaracağımız kalbimizle bulabileceğimizi imliyor. Dillerden kimliklerden bağımsız bir insanlık olasılığının üzerinde duruyor. Daha çok yaşamın geçiciliğini duyumsuyor ve duyumsatmayı amaçlıyor. Bütün sevdiğimiz o eski şarkılardaki gibi yaşamımızı değiştiren kararların, anların üzerinde duruyor ve öyle de ilerliyor.

“İnsanları ötekileştiren sınırlar” ve “bunun insanlara yaşattığı dramlar” romanın ana sorunsalı. Ötekileştirilen insanların sessiz çığlığını görebiliyoruz.
Irk, dil, cinsiyet, din gibi çoklu bir yapısı var bu ötekinin, yani çerçevesi geniş. Herhangi birini olduğu gibi kabul etmek üstün bir çaba göstermenizi gerektiriyor bu toplumda. Öğretilebilecek ya da öğrenilecek bir şey de değil üstelik. Empatiyi, merhamet duygusunu, insan olmanın erdemini yaşamında bilmeyenin kavrayabileceği bir durum değil bu yaşanılanlar. Bir yazar olarak kendime ve yaşadığım topluma ayağımızın altından kayan zemini hatırlatmak istedim. “Bu ülke her dönem kendi zencisini yaratmakta pek mahir,” diyor roman kahramanlarımdan biri.

Memleket hikâyelerinin hikâyesi var romanda, siz ne dersiniz?
Resim yapmayı deniyordum ilkokula giderken. Hep dağlar ve akan bir nehir evlerin yanı başında. Çizebildiğim kadar çok ağaç, bulutlu göğün altında. Çamdan akan sakızın kokusunu, dinlediğim kemençenin sızısını unutmam mümkün mü? Dilime sıçrayan keder yakamı bırakana kadar yazabildiklerimi bırakacağım yarına. Çiçekdağı’ndan, Suşehri’nden, Kızıltepe’den geçmişler bilir atlasın büyüsünü.

Şairliğinizin romana sirayet ettiğini görüyoruz!
Yazdığım her şeyi hislerin gücüyle anlattığımdan belki çok şairliğime vurgu yapılıyor. Ve elbette tercih ettiğim şey sadelik. Dilin gücüne yaslanan, tumturaklı ve karmaşıklıktan sıyrılmış bir metin kaleme almak. Ausgang ve diğer kitaplarımda da buna özen gösterdim. Bildiğim bu, şairliğim düşmesin yakamdan. Ne ölçüde başarılı olduğuma zaman karar verecek.