“Geçim sıkıntısı” referanslı intihar pratiğini gerçekleştirenler ise bir başına olan, kimsesiz, korunaksız, sosyal olarak desteksiz anlamında olan yalnızdırlar. Bu anlamda yalnızlığın sorumluluğu ve çözümü doğal olarak kamusaldır.

İntihar, her türlü umudun reddi mi?

Salih Bolat

İnsanın kendi yaşamına yine kendi iradesiyle ve pratiğiyle son vermesi, sanırım yaşamaya devam edenlerin kısa bir süre durup hayatlarını gözden geçirmelerine neden olsa da, intihar eden kişinin nedenlerini kendilerince sorgulayıp, biraz acıyarak, biraz ürkerek mümkün olduğu kadar kendilerinden çok uzak olan nedenler buluyorlar. Sonunda hayatın değerini, yaşıyor olmanın kendilerine tanınmış bir şans olduğunu fark ediyorlar mı, bilmiyorum. Ama büyük olasılıkla böyle olmuyor, çünkü toplum karşısındaki ikiyüzlü davranışları, birbirlerine karşı kurdukları tuzaklar, bir “şey” elde etmek için girdikleri kıyasıya yarışlar bunu kanıtlıyor. Sanki ölüm yok, o intihar olayı da bir oyundu.

Eugenio Borgna, ‘Ruhun Yalnızlığı’nın bir yerinde intihar eden için ne kadar neden bulunursa bulunsun, intiharın bir sır olduğunu ve bizi pek çok soruyla baş başa bıraktığını öne sürüyor. Her türlü umudun reddinden dolayı mı, yoksa hayatı kesintiye uğratarak, ona yeniden anlam verecek bir şeylerin arayışıyla mı intihar edilir? Bir hastalığın (psikolojik ya da fiziksel) baskılayıcı koşullarında mı intihar edilir? Yaşama külfetinin ve iflah olmaz acıların yutucu ateşinden umutsuzca kurulan kaçma planından dolayı mı intihar edilir? Hayatta kalanlardan intikam almak, onlara hatalarını düzeltecek fırsatı tanımayarak ömür boyu kahrolmalarını sağlamak için mi? Her intihar farklı gerekçeye dayanabilir: Ölümde saklı bilinmez ve kurtarıcı bir geleceğe yönelik karanlık ve gizli bir umut taşınır. Borgna, başarısız bir intihar girişiminde bulunmuş bir kişinin, bütün felsefe ve psikiyatri anlayışlarına meydan okuyan şu sözleri karşısında, söyleyecek bir sözünün olmadığını açıklayacaktır: “Son şeyi denemek ve her şey bittiğinde hayatta hâlâ bir anlam bulmak mümkün mü diye görmek istiyordum.”

Yakından tanıdığım, sevdiğim, arkadaşlarım olan üç genç şairin on yıl içinde, birkaç yıl arayla intihar etmelerine tanık olduğumdan beri intihar nedenleri aramaktan kesinlikle vazgeçtim. İntiharın kesinlikle bir sır olduğunu düşünüyorum. Üniversitede öğrenci olan Kemal Taştekin ve Kaan İnce, yine bir üniversitede asistan olan Zafer Ekin Karabay, başarılı, umut verici şiirler yazan, sağlıklı, son derece zeki ve sosyal insanlardı. Yani bende bıraktıkları izlenim öyleydi. Özellikle Zafer Ekin Karabay’ın intiharından önce arkadaşına gönderdiği mektup, intihar eden kişilerin bu pratiklerinin marazi duygular içinde bir anlık bunalımla gerçekleşmediğini göstermesi bakımından ilginçtir. İntihar konusundaki kararlılıkları, yaşamdan çok ölüme olan ilgilerinin derinliğini gösteriyor. Zafer’in kim bilir kaç kez ağlayarak okuduğum mektubunun bir bölümünü birlikte okuyalım:

“Aslında bütün mesele neydi?

Hani, ‘hayatın neresinden dönülse kârdır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 Şubat’ında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama mademki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 Şubat’ını seçtim. (…) Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?”

Mektuptan anlaşılacağı gibi, Zafer, kendi kültürlenme sürecinde yaşama bağlanmak yerine ölüme bağlanıyor. Bunu, sanki bir intihar kültürünü miras olarak devralıp gerçekleştiriyor. Referansları olan Sylvia Plath’ı örnek alan Nilgün Marmara’yı da Zafer örnek alıyor. Ve intihar gerekçesini şöyle ifade ediyor: “Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?” İşte bütün felsefe ve psikiyatri yaklaşımlarına meydan okuyan bir gerekçe!

Zafer’in ve Nilgün’ün bu denli etkisinde kaldıkları Sylvia Plath 1932 yılında ABD’nin Boston kentinde doğdu. Otuz bir yaşında, yani 1963 yılında, İngiltere’nin başkenti Londra’ya İngiliz şair Ted Hughes’un peşinden, bir aşk getirdi onu. Evlendiler. Bir yığın trajik gerilimler, içsel bunalımlar sonunda, iki çocukları olan Sylvia bir gün yaşamına son verdi. Aile dostları ve yayıncıları olan Alfred Alvarez, Sylvia’nın intihar etmesinden o kadar fazla etkilendi ki, “intihar” olgusunu araştırdı. Hatta “İntihar” adlı bir kitap yayımladı. Kitabın bir yerinde şöyle diyecekti: “Niçin böyle? Böyle bir harcanışın bir açıklaması olabilir mi? Çünkü böyle bir şeyi insanın aklı almıyor. Sylvia gibi yaratıcılar için bir intihar geleneği var mı ya da onu böyle bir şeye iten sözde yazınsal güçler var mıydı?”

Daha birçok entelektüel bağlamı olan intihar olayı üzerinde durulabilir. İşte, Rus şair Yesenin’in devrime çok güvendiği, bireyin özgürlüğünün devrime bağlı olduğuna inancı nedeniyle bütün gücüyle devrim için çalıştığı ama devrimden sonra büyük düş kırıklığına uğramasının onu intihara ittiği söylenmektedir. Yoldaşı, en yakın arkadaşı Mayakovski’nin de benzer nedenlerle intihar ettiği söylenmektedir. Demek, “yaşamın anlamı” bu tür intiharların ortak bağlamını oluşturuyor. Günümüzde, özellikle son zamanlarda ülkemizde gerçekleşen intihar olaylarının çoğunun gerekçesinin, “geçim sıkıntısı”, “ekonomik çıkışsızlık” gibi bireyin içinde yaşadığı iktisadi sistemin ona yaşama şansı tanımamasından kaynaklandığını görüyoruz. Bunu, intihar edenlerin bıraktıkları notlardan, tanıdıklarına yaptıkları açıklamalardan anlıyoruz. Ne var ki bu intiharlarda ilginç olan ve bunları yukarıda değindiğim entelektüel bağlamlı intiharlardan farklı yapan bazı özellikler var: Birincisi, birkaç kişinin aynı anda, toplu olarak intihar etmesi, ikincisi, topluluktan bir kişinin önce diğerlerini öldürüp sonra kendini öldürmesi. Topluluktaki bireylerin aynı “ölüm” iradesini paylaştıklarını bilme şansımız bulunmuyor. Bazı örneklerde de baba önce eşini ve iki çocuğunu öldürdükten sonra kendini öldürüyor. Bu durumda, bu ölümleri “intihar” olarak adlandırmak da zorlaşıyor. Hayatın düzenine bir itiraz olmayan, “yemek ve barınma” gibi en temel ihtiyacını karşılamakta zorluk çektiği için hayattan çekilmeyi tercih eden bir pratik olan bu olaylar elbette çok üzücü. Ama “ölüm” gibi en son, kesin ve dönüşü olmayan bir yolu tercih etmeden önce denenebilecek birçok “hayatta kalma” yolu mutlaka bulunabilir. Elbette bu “geçim sıkıntısı” gerekçesine dayanan intiharlarda, ‘yurttaşlık hakları’na dayanan, sosyal referanslı olduğu için, karar mekanizmalarını elinde bulunduranların sorumluluğunu aramak gerekir. Maslow’un gereksinimler piramidinin en altında yer alan fiziksel gereksinimlerini karşılayamadığı için yaşamına son vermek ile piramidin en üstünde yer alan “entelektüel gereksinim” diyebileceğimiz, yaşamın kuruluş felsefesine bir itiraz olarak yaşamına son vermek arasında çok fark vardır. Bu fark, “yalnız olmak” ile “bir başına olmak” arasındaki fark gibidir. Entelektüel bağlamlı intihar pratiğini gerçekleştirenler, iç dünya zenginliğinden ileri gelen kendine yeterlik anlamında yalnızdırlar. Onların yalnızlığı seçilmiş, geliştirilmiş, eğitilmiş bir yalnızlık olarak, kendilerini bağlayan, yaratıcılıklarının dinamiğini oluşturan yalnızlıktır. “Geçim sıkıntısı” referanslı intihar pratiğini gerçekleştirenler ise bir başına olan, kimsesiz, korunaksız, sosyal olarak desteksiz anlamında olan yalnızdırlar. Bu anlamda yalnızlığın sorumluluğu ve çözümü doğal olarak kamusaldır.

Bilmiyorum… Belki de yanılıyorum?

cukurda-defineci-avi-540867-1.