Aylardır ABD ile İran’ın karşılıklı duruşları sertleşiyor ve Avrupa gitgide arada sıkışıyor. İran, ABD provokasyonlarına karşılık verirse AB üyesi devletler, Trump’ın stratejisini benimsemekten başka şansları kalmadığına kanaat getirebilirler

İran sorunu Batı’yı bölecek mi?


Mark Leonard

Fransa’da yapılan G7 zirvesinden önce işleri kimin karıştıracağı tahmine açıktı; ABD Başkanı Trump mı, İngiltere Başbakanı Johnson mı? Fakat gündemi belirleyen kişi, tüm tahminleri boşa çıkardı. Bu kişi İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif oldu.

Medya ticaret savaşlarına, Amazon’daki yangınlara ve anlaşmasız Brexit tehlikesine yoğunlaştıysa da, İran konusundaki tartışmalar en belirleyici olanlardı. 2015 İran nükleer anlaşmasının akıbeti, dünyanın en çalkantılı bölgesinde bir nükleer silah yarışı tehlikesinin yanı sıra, Batı ittifakının kaderi açısından da belirleyiciydi.

Fransa’nın Biarritz kentinde yapılan zirvede Fransız lider Macron ABD-İran arasında yumuşamaya zemin hazırladı. Geçen günlerde İran krizinin ana oyuncuları tansiyonu düşürmüştü - Birleşik Krallık, Cebelitarık’ta el koyduğu İran tankerini bıraktı, Trump İranlı lider Ruhani ile görüşme istediğini dile getirdi, hatta İran’a kısa vadeli bir kredi verilebileceğini dahi söyledi.

‘Zayıf halka Birleşik Krallık’

Fakat soğumayı yarıda kesebilecek birkaç faktör var. Bir defa Trump yönetimi, İran’a (ve ABD’nin Avrupalı müttefiklerine) ne kadar baskı uygulanırsa, o kadar iyi diye düşünüyor. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton İran ekonomisini boğmak istiyor ve Avrupa’dan İran’a giden can damarlarını kesmenin bu bağlamda önemli olduğunu düşünüyor. ABD’li yetkililer, AB bütünlüğünü bozmak için ellerindeki tüm imkanları kullanıyorlar – tabii bu noktada en zayıf halka Birleşik Krallık. Daha da kötüsü, ekonomik baskı ötesinde, ABD’li bazı yetkililer (ve bölgedeki bazı aktörler) İran ile askeri sürtüşmelerin işe yarayabileceğini düşünüyor.

Tabii bir de İranlı inatçılar var. Nükleer anlaşmayı imzalayarak hiçbir kazanım elde edemediklerini düşünüyorlar ve kaldıraç kazanmanın tek yolunun ‘daha büyük bir problem’ haline gelmek olduğunu düşünüyorlar. Bu düşünüş, İranlı liderleri, işleri karıştıran faaliyetleri yoğunlaştırmaya itti. Örneğin geçen ay Hürmüz Boğazı’ndan geçmekte olan bir İngiliz tanker alıkonuldu (Birleşik Krallık’ın zayıf halka olduğunu onlar da fark etmiş olmalı).

ABD ve AB’nin İran ihtilafı

İran’ın agresifleşen tavırları İsrail’i kışkırtmışa benziyor. İsrail, Irak’taki İran hedeflerini vurdu (Suriye’deki İran kuvvetlerini zaten hava saldırılarıyla hedef almıştı). İran ya da Ortadoğu’daki vekilleri her an durumu yanlış okuyup, o kritik eşiği aşabilir.

ABD yaptırımlarına rağmen, İran ve Avrupa arasında bir nebze ticaret yapılmasını mümkün kılacak Instex mekanizmasının bir türlü hayata geçirilememesi İran’ı haliyle kızdırıyor. Fakat Avrupa’nın İran’a hiçbir faydası olmadığını düşünen İranlılar yanılıyor. AB mevcut pozisyonunu terk edip Trump ile birlikte İran’ı sıkıştırmaya yönelse her şey bambaşka olurdu. Aslına bakarsanız, kısasa kısas politikasını sürdüren İran, ahlaki üstünlüğünü yitirme riskiyle karşı karşıya. Bu durumda İran politikalarını ABD’ninkinden farklı bir çizgide yürütmek için risk alan Avrupalıların desteğini de yitirebilirler.

Avrupa’nın ABD baskılarına rağmen İran anlaşmasını desteklemesi birçok insanı şaşırttı. Şu ana kadar Birleşik Krallık bile AB pozisyonuna yakın durdu. İran bir gemiyi daha alıkoyacak olursa ve Birleşik Krallık yurttaşlarını rehin alırsa, Johnson AB çizgisini terk edebilir ve Trump yönetiminin duruşunu benimseyebilir.

Bu risk düşünüldüğünde Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık’ın Basra Körfezi’nde ortaklaşa hareket etmemesi düş kırıklığı yaratıyor - bu yöntem benimsense, birine yapılan saldırı, hepsine yapılmış olur. Birleşik Krallık AB çizgisini terk ederse, İranlı (ve Amerikalı) inatçıların bir sonraki hedefi Almanya olacaktır. Bu esnada ABD Orta ve Doğu Avrupa’daki diplomatik çabalarını yoğunlaştırıp bu bölgelerde AB üyesi ülkeleri kendi çizgisine doğru çekmeye çalışabilir.

Müzakerelerde kritik dönem

Bu risklerin önünü almak isteyen Macron, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini sınırlandırarak tekrar nükleer anlaşma çizgisine gelmesi halinde yaptırım muafiyetlerinin gündeme getirilmesini istiyor. Macron, İran’ın gitgide daha fazla zenginleştirilmiş yakıt üretmesiyle ve yaptırımları delecek yeni yöntemler bulmasıyla Trump’ın avantajının azalacağına dikkat çekiyor. Bu noktada ABD’nin daha agresif yöntemler benimsemesi İran’ı müzakere masasından temelli uzaklaştırılabilir ve Trump’ın seçim kampanyası yürüttüğü tarihlerde doğrudan askeri çatışmalar yaşanma riski doğar. Bu noktada şunu hatırlamakta fayda var: Trump birinci seçim kampanyasını yürütürken Amerika’nın hiç bitmeyen savaşlarını ve gereksiz sınır ötesi maceralarını sonlandırma sözü vermişti.

Tabii Avrupalılar da İran’ı kendi gücüne fazla güvenmeme noktasına ikna etmeli. Macron’un İran’a yeni kredi imkanları sunma teklifi İran’ın pozisyonunu güçlendirebilir fakat Avrupalılar Instex mekanizmasını yürürlüğe koyamazsa, Macron’un İran nezdinde güvenilirliği hasar alacaktır. Bu nihai hedef her hâlükârda İran’ı 2020 Kasım’da yapılacak ABD seçimlerine kadar ılımlı davranmaya teşvik edecektir. Avrupa finansal yardımlarını sürdürmeli fakat İran’ın Avrupa çıkarlarına saldırması halinde AB’nin ABD stratejisini benimseyebileceğini de net bir biçimde ortaya koymalı.

Son olarak Avrupa, Basra Körfezi’ni yakından izlemeli. Ortak donanma ile hareket etmeseler bile ABD ve İran’ın provokasyonlarına karşı önlem olarak bir şekilde bölgeyi soğutmalılar. İran’ın da katılımıyla bir tür donanma zirvesi yapmak ilk adım olabilir.

Eylül sonunda yapılacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Macron bu ajandayı ortaya koyacak. Stratejisi başarılı olursa, Fransa’da yapılan G7 Zirvesi Trump yönetimiyle yapılan ilk başarılı zirve olarak kayda geçebilir.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Project Syndicate