Egemen olanın dili ve kavramlarıyla konuşmanın sonuçlarından biri de işyerlerinde şirketle sendika arasında benzerlikler, paralellikler kurmak oluyor. Şirketten de, sendikadan da kurum diye söz edildiğinde genel müdür ile genel başkan, şef ile işyeri temsilcisi arasında bir fark yokmuş gibi bir algı oluşuyor

İşçiler, dilinizi eşek arısı soksun!

Zafer Aydın - Yazar

Hangi işverenle, hangi devlet yöneticisiyle içli dışlı olmuş sendikacı müsveddeleri taşıdıysa artık, emekçiler arasında hızla yaygınlık kazanan bir kavram var; “kurum.” Sendikanın suyu çıkmış sanki, işçiler, sendikalarından bahsederken, “sendika”, “örgüt” ya da “teşkilat” yerine bankadan, şirketten, bir kamu işletmesinden söz eder gibi “kurum”diyorlar. İçinde “kurumun başkanı”, “kurumun değerleri” “kurumun ilkeleri” geçen cümlelerle konuşuyor, özellikle sosyal medyada yazıp, çiziyorlar.

Eskiden sendika yerine başka bir kavram kullanma ihtiyacı doğarsa, solcular “örgüt”, sağcılar “teşkilat” derdi; şimdi sağcısı, solcusu, iktidarı, muhalefeti “kurum” diyor. Sendika yerine kurum demenin tercih edilmesi işçiler için, kültürel etkilenme kapsamında masumane bir davranış olarak kabul edilse bile bu kavramın sınıfın saflarına taşınması da, ürettiği sonuçlar da pek masumane sayılmaz. Sendika yerine kurum demek bir merkezde oturup karar alınarak devreye sokulmamış olabilir ama egemenlerin beklentilerine uygun olarak işçilerin zihinlerini, bilinçlerini, bilinçaltlarını zehirlemek üzere dolaşımda olduğu da inkâr edilemez. Basit görülebilir, abartıldığı düşünülebilir ama yaşanan bir ideolojik istiladır. Bu istilanın taşıyıcılarının, ricayı, diyaloğu, lobi faaliyetini yegane sendikal faaliyet sayanlardan olması ise tesadüf olmasa gerek.

Sendikaların işlevsizleştirilmesi, misyonundan, rollerinden arındırılması sürecinde “kurum” anahtar sözcük olarak iyi iş görüyor. Son 15 yılda sendikalar, ideolojik, sosyal, siyasal, iktisadi pek çok faktörün devrede olduğu bir süreçte iyice işlevsizleştirildi. İşlevsizleştirme operasyonun sonunda sendikaların çoğu adı var kendi yok örgütler haline dönüştüler. Misyonlarını, görevlerini unuttular. Doğru düzgün tartışmaların yaşanmadığı kupkuru genel kurullar ve ücret artışları enflasyona endekslenmiş, yeni hak içermeyen toplu iş sözleşmesi imzalamanın dışında kayda değer bir faaliyet yürütmüyorlar. Ne örgütlenme faaliyetleri var, ne yeni üye kazanma gibi bir dertleri. Sermayenin ve siyasal iktidarın saldırıları karşısında savunma refleksini yerine getirmedikleri gibi, bu saldırıları “masumlaştırma”, “normalleştirme” gibi görevler üstleniyorlar. Kurum sözcüğü sistematik işlevsizleştirme sürecinin dolgu malzemesi olarak dolaşımda adeta. Sendikaların asli faaliyetlerinin unutturulmasında, örgütlenme, yeni üye kazanma gibi alanlardan uzaklaşmasında kurum kavramı sanılandan daha fazla etki yaratıyor. Çünkü sendika, örgüt, örgütlenme, işçi, mücadele, hak, dayanışma gibi kavramlarla anlam kazanıyor. Kurum dendiğinde ise bu kavramların bir anlamı yok. Sendika yerine kurum sözcüğü ikame edildiğinde, kuyruğuna verimlilik, rekabet, kârlılık gibi kavramlar takılıyor. Dolayısıyla dilde ve zihinlerde “işçinin yerini şirket”, “emeğin yerini verimlilik”, “mücadelenin yerini hizmet” geçiyor ve karşımıza büyük bir akıl tutulması çıkıyor. Bu akıl tutulmasını bazen işten atılan işçilerin verimsiz oldukları için atılmayı hak ettikleri yönünde açıklamalarda görüyoruz. Bazen de işçilerin Soma gibi büyük katliamlarda yaşamını yitirdiğinde bir kez bile işçi demeden defalarca “şirketimiz” diyen sendikacıların açıklamalarında.

Egemen olanın dili ve kavramlarıyla konuşmanın sonuçlarından biri de işyerlerinde şirketle sendika arasında benzerlikler, paralellikler kurmak oluyor. Şirketten de, sendikadan da kurum diye söz edildiğinde genel müdür ile genel başkan, şef ile işyeri temsilcisi arasında bir fark yokmuş gibi bir algı oluşuyor. Fabrika sahibinin, müdür ataması ne kadar normalse, genel merkezin şube başkanı ya da temsilci ataması da o kadar normal karşılanıyor. İşçi, patronun, işverenin paranın gücüne yaslanarak oluşturduğu otoriter yönetim tarzının kendi örgütünde seçilmişler tarafından da uygulanmasında sorun görmüyor. Patrona ve işverene şirkette beklenen koşulsuz itaat ve zorunlu saygının aynısını başkana, yöneticiye, temsilciye de göstermesi bekleniyor. Patronların, işverenlerin şirketi yönetme alışkanlıklarını ve tarzlarının kendi sendikalarında kullanılmasını olağan bir şey gibi kabulleniyor. Özellikle, sendikal kültür ve değerleri tanımayan genç işçiler için durum böyle.

Her üç lafından ikisinde kurumun ilkeleri diye konuşan bir işçiye “kurumun ilkesi dediğin nedir” diye sorduğumda, “işyerinde saygılı olmak, çalışkan olmak, dürüst olmak” gibi pek çok işyerinde şirket kültürü diye anlatılan, bazılarında çerçeveletilerek sağa sola asılan özlü sözleri anladığını ifade etti. Sendikal demokrasi demedi. Her düzeyde temsil görevinin seçimle belirlenmesi gerektiğinden, üyelerin kendilerini etkileyen karar süreçlerine katılmasından, sendikanın tüm harcama ve faaliyetlerinin şeffaf olması gibi sendikanın gerçek anlamda ilkelerinden söz etmedi. Bunun tekil bir örnek olmadığı malum; işçilerin çoğu böyle yaklaşıyor meseleye. O yüzden sendika yerine kurum deme gayretinin, sendikal demokrasiyi unutturma, sendikalarda oluşturulan oligarşik yönetimlerin işçileri sendikal demokrasiden uzak tutma, işçileri ayartma sürecinin parçası olduğunu söylemek mümkün.

Sendikalar sermaye ve siyasal iktidar tarafından sistematik olarak işlevsizleştirilirken ideolojik hegemonyanın dili nasıl teslim aldığının, akıllara nasıl hükmettiğinin en önemli göstergelerinden biri de bu kavram. Egemen olanın dili ve kavramlarıyla konuşarak sınıf kendini, kendine ait olan özellikleri bir kenara itiyor, unutuyor. Sendikaları işçi hak ve özgürlükleri mücadelesinde yeniden işlevsel hale getirmenin yolu, sendikal kültür ve değerleri hatırlamaktan, sendika bilincinin yeniden kazanılmasından geçiyor. Bunun ilk adımlarından biri de işçilerin dilini, argümanlarını egemen olandan ayırmak, karşı sınıfın tarif ve kavramlarıyla konuşmaktan vazgeçmek olmalı.