Tenis göründüğü ‘ulaşılmaz’ kortundan çok daha farklı bir spor. 150 yıllık tarihinde tenis kendine has, düşüncelerinde radikal ve ilerici olan insanları hep çok cezbetti.

İşçilerin tenis raketi

DAVID BERRY
ÇEVİREN: ÖZDE ÇELİKBİLEK

Tenis televizyon ekranlarında gördüğümüzden çok daha farklı bir spor. Fakat belli bir sınıfa ait ve ulaşılması zor görünen bu sporun geçmişi, işçi sınıfı mücadelesinden hiç de uzak değil. 1930’lu yıllarda İngiltere’de sendikacılar ve sosyalistler kendine ait kulüpleriyle kent meydanlarında olduğu kadar sahada da mücadele ettiler.

Tenis, televizyon ekranlarımızdaki Wimbledon resimlerinde göründüğünden çok daha ilerici bir spor ve her zaman öyle oldu. 150 yıllık tarihinde tenis, kendine has, düşüncelerinde radikal ve ilerici olan insanları hep çok cezbetti.

SÜFRAJETLER SAHADA

1877’deki ilk Wimbledon Şampiyonası’nda ikinci olan William Marshall’ın eşi Margaret Marshall, İngiltere’de kadınların oy verme hakkını savunan ilk Süfrajetlerden biriydi. Aktif bir hak savunucusu aynı zamanda tenisçi Frederick Pethick-Lawrence, mücadeleye verdiği destekten dolayı dokuz ay hapis yattı. Fakat bunun ardından İşçi Partisi’nin iki hükümetinde bakanlık üstlendi. Leif Rovsing, Alice Marble, Arthur Ashe, Billie Jean King ve Venus Williams gibi büyük şampiyonların çoğu, tenisi sadece eğlenceli bir spor olarak değil; özgürlük, adalet ve eşitlik için bir mücadele aracı ve alanı olarak gördü. Tenis bugünün muhafazakâr ambalajının aksine, geçmişinde şaşırtıcı bir biçimde radikal bir oyundu.

Tenis, 1874’te Pimlico’da, üst orta sınıflar için yeni bir açık hava eğlencesinden para kazanma fırsatı gören Victorialı bir girişimci olan Binbaşı Walter Wingfield tarafından icat edildi. Onun ‘Çim Tenisi’ hızla Britanya Adaları’nda ve ardından birkaç yıl içinde de Avrupa kıtasında, ABD’de ve eski Britanya İmparatorluğu’nun çoğunda moda haline geldi. Popülaritesinin önemli bir nedeni, erkekler ve kadınlar tarafından birlikte oynanmasıydı.

Wingfield tenis setlerini her iki cinsiyet için de tasarladı ve kadınların oyuna başlama hızı, coşkusu sadece onu değil, Victoria yönetimi altındaki tüm toplumun ayarlarını adeta ‘bozdu.’ Kendilerine ait oyunlarının giderek ‘feminenleştiğini’ düşünen toplumun bazı önde gelen erkek tenisçileri ise bunun üstüne paniğe kapıldı. 1888’de sadece erkek tenisini temsil etmek üzere kurulan All England Club ve Lawn Tennis Association’ın desteğiyle, daha küçük bir kortta, daha hafif bir raket ve daha hafif bir topla kadınlar için ayrı bir oyun oynanması için kampanya başlattılar.

Eğer bu kampanya başarılı olsaydı, kadın tenisi tamamen bitebilirdi. Fakat bu kampanyayı organize eden erkeklerin hesaba katmadığı şey, erken dönem kadın şampiyonların tenisi olduğu gibi koruma kararlılığıydı. Britanya’nın ilk feminist sporcularından Lottie Dod gibi şampiyonlar, sahalarını ve mücadelelerini korudu.

RAKETİN AĞIRLIĞI

Ağustos 1888’de Exmouth’da Dod, ertesi yıl Wimbledon’ı kazanacak olan Ernest Renshaw’a karşı Cinsiyetler Savaşı maçı oynadı. Fakat yenilmesine rağmen Renshaw karşısında Dod o kadar iyi oynadı ki Renshaw kendi cinsiyetinden birinci sınıf bir oyuncuya karşı koştuğu kadar koşmak, efor sarf etmek zorunda kaldı.

Dod, erkek ayrılıkçılara doğrudan meydan okuma fırsatını kullandı. Tenisin başarılı olmasının nedeninin, erkeklerle kadınların birlikte oynadığı ilk spor olması olduğunu savundu. Kadınlar, oyunun tek başına güce bağlı olmadığını ve raketin ağırlığıyla baş edebileceklerini gösterdiler.

Kadınlar kadar erkekler tarafından da hayranlık duyulan genç bir kadın olan Dod’un otoritesine veya diğer kadın şampiyonlardan aldığı oylardan desteğe kimse itiraz edemedi. Kadınlar, erkeklerin kampanyasını boşa çıkarttı ve 1898’de Çim Tenisi Derneği, kadın tenisinin de dernek üyesi olmasını kabul etti. Bu kayda değer, ilerici bir zafer, tenisin diğer sporlardan farklı bir tür ‘erkeklik’ ortaya koymasıyla sonuçlandı. Bu, her zaman kadınların varlığına ve gücüne uyum sağlamak zorunda kalan bir erkeklikti.

Bu eşitliğin esas olarak orta sınıf kadınlara fayda sağladığı ve bunun tenisin yalnızca nispeten ayrıcalıklıların oynadığı bir spor olduğunu söylemek bir bakıma doğru olabilir. Ancak bu algı aynı zamanda yanıltıcıdır ve işçi sınıfının oyuna dahil olduğu geçmişini gölgeliyor.

1927 baharında George Deacon ve Ivy Noyes, dünyanın ilk sosyalist tenis kulübü olan Reading İşçi Partisi Tenis Kulübü’nü kurdular. Partinin üyeleri, demiryolları, gaz ve postane çalışanları, zanaatkârlar ve dev Huntley & Palmers bisküvi fabrikasının işçileriyle birlikte sahaya çıktılar. 1932 baharında, Reading Citizen kulübün ‹90 üyeye ulaştığını› bildirdi. Bu kutlamaya değer bir şeydi. Bunun üstüne George ve Ivy, New Clarion’a 10 ve 11 Eylül 1932 hafta sonu yapılacak bir tenis turnuvasına karar verdiler.

Slough, Bristol, Swindon, Oxford, York, Liverpool ve Manchester’dakiler de dahil olmak üzere, o zamana kadar kurulmuş olan birçok İşçi Partisi tenis kulübünün üyelerine de davetiyeler gönderildi. Bir sendikaya, İşçi Birliği’ne veya yerel bir kooperatife üye olan bağımsız oyuncuların da katılması için teşviklendirildi.

Turnuvanın gerçekleşeceği o hafta sonu güneş tepede olsa ve parıldasaydı sevindirici olurdu. Fakat rüzgâr ve yağmur koşulları turnuvanın sadece 36 kişi ile tamamlanmasına neden oldu.

İŞÇİLERİN MÜCADELESİ

Olumsuz hava koşullarının yarattığı düşük katılıma rağmen turnuva, başarılı olarak değerlendirildi ve ertesi yıl bir ikincisi düzenlendi. 15 ve 16 Haziran 1933 hafta sonu, bu sefer tepede muhteşem bir güneş ışığı, yüzün üzerinde yarışmacı İşçi Tenisi için Reading’e geldi. Bunlar arasında motor sürücüleri, madenciler, memurlar, postacılar, sekreterler, kalıpçılar, mühendisler ve eski bir Etonlu, Frederick Pethick-Lawrence vardı. Turnuvanın resmi adı göz ardı edildi. Oyuncular ve taraftarlar buna basitçe İşçi Wimbledon’ı adını verdiler.

İkinci turnuvayı izleyen yıllarda, İşçi Wimbledon›ı İngiltere›de İşçi Partisi tenis kulüplerini, madencileri, posta işçileri ve demiryolu işçileri tenis liglerini ve halka açık park tenisi derneklerini kapsayan alternatif bir kültürün merkezi haline geldi. Bununla birlikte, özel orta sınıf tenis kulübünün dışlama kurallarına meydan okudular ve o zamanki çoğu turnuva tenisinden farklı değerlere sahip bir oyuna yaklaşımı savundular. Rekabet, nezaket, dostluk ve işbirliği ile bir arada, sahada olabilir dediler. Çünkü sahadaki rakipleri aynı zamanda geleceği birlikte istedikleri yoldaşlarıydı.

Turnuva, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden canlandırılmak istendi, ancak All England Kulübü onları Wimbledon’da final oynamaya davet ettiğinde o coşkulu enerji artık yoktu. Birçok İşçi Partisi üyesi, yalnızca İşçi Wimbledon’ına değil, işçi sporuna olan ilgisini kaybetmişti. Aynı zamanda, İngiltere’deki birçok özel tenis kulübü, işçi sınıfı kökenli oyuncuları kabul etmeye başlamıştı. 1951’deki Workers Wimbledon turnuvası, sonucuydu .

Yine de yirmi yıl boyunca tenis, dayanışma ruhunun canlandırıldığı, işçi sınıfının kendini var ettiği ve güçlendiği bir spor olarak var oldu. Benzer şekilde, Yahudi tenis kulüpleri, siyahi Amerikan Tenis Birliği ve dünyanın dört bir yanındaki LGBTQ tenis kulüpleri kuruldu. Uzun yıllar tenisi herkesin katılımını teşvik eden bir spor olarak düşünmek adına güçlü bir olanak sağladı. Bu kulüpler sırayla İngiltere’deki ve yurtdışındaki özel tenis kulübünün tarzını ve kültürünü de etkiledi.

Bu kulüplerin birçoğunun esas olarak orta sınıf olarak kaldığı ve kendini beğenmiş dışlama geçmişine sahip olduğu doğrudur. Ancak, tenis 1870’lerde başladığında toplumdaki dayanışma ruhunu güçlü tutmuş ve çağdaş kapitalist toplumda ticarileşmenin uzak durduğu birkaç temiz noktadan biriydi.


Kaynak: Tribune mag