Barış Terkoğlu ve Sami Menteş 28 Şubat sürecinden yola çıkarak o dönem neler olduğunu ve gerçekle yalanın nasıl iç içe geçtiğini çarpıcı bir dille anlatıyor.

İslamcılar 28 Şubat’la  kendilerine gelecek yarattı

Can UĞUR

28 Şubat süreci Türkiye tarihi açısından bir dönüm noktası oldu. O dönemde olanlar, söylenenler daha sonra Türkiye’nin siyasal ve sosyal haritasını belirledi. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı 28 Şubat’ın öncesinin ve sonrasının bilinmesi hayati önemde. İki gazeteci bu alanda önemli bir çalışmaya imza attı. Barış Terkoğlu ve Sami Menteş ‘Size Yalan Söylediler-Çetin Doğan’ın Gözünden 28 Şubat’ kitabını Kırmızı Kedi etiketiyle okurlarıyla buluşturdu. Kitapta döneme ilişkin belgeler, bilgiler, resmi açıklamalar yer alıyor. Kitap bunun yanında bugüne ve geleceğe de projeksiyon tutuyor. Biz de iki isimle kitabı masaya yatırdık.

Kitabınızın ismi beraberinde 28 Şubat sürecine dair de bir önermeyi barındırıyor, Barış Pehlivan kitaba ismini veriyor lakin siz de benzer görüştesiniz, neden böyle bir ismi seçtiniz?
Barış Terkoğlu:
Evet, biz de aynı görüşteyiz. Zaten bütün kitap boyunca bunu anlatıyoruz. 28 Şubat hakkında anlatılanların neredeyse çoğunluğu yalan. Bunun bir nedeni söyleyenden, bir nedeni söyletenden kaynaklanıyor. Söyleyenler siyasal İslamcılar. 28 Şubat öyküleriyle kendilerine bir geçmişten çok, bir gelecek yaratıyorlar. Öte yandan söyleten de yanlış anlamayın ama muhalefet. Siz laikliği savunmaktan vazgeçerseniz, bunlara müsaade edersiniz. Bakın, siyasal İslamcılar, 28 Şubat diye başladıkları öyküleri anlatırken sadece bir MGK kararından bahsetmiyorlar. 90’lı yıllar boyunca yaptıkları eylemlerin eleştirilemezliğini sağlıyorlar. Sorsanız onlar mağdur ama mezar evlerde domuz bağıyla haftalarca işkence görüp canlı canlı gömülen Gonca Kuriş mağdur değil. Sorsanız onlar çile çekti, ama Sivas’ta yaktıkları aydınlar çekmedi. 28 Şubat yalanları, siyasal İslamcıların ellerini yıkamalarına yarıyor.
Sami Menteş: Birilerinin bunu yapması gerekiyordu. Kitapla bunu yaptık. Oturalım, 28 Şubat’la ilgili en çok bahsedilen hikâyelerin aslını yazalım dedik. Sonunda “galat-ı meşhur” dedikleri, gerçeğin başka görünmesi halini ortadan kaldırdığımıza inanıyorum.

Sincan’daki tiyatro gösterisi en simgesel olaylardan. Kitapta kapsamlı biçimde anlatıyorsunuz süreci. Neden böyle bir tablo açığa çıktı, dönemin belediye başkanı ya da çevresi tahmin edemiyor muydu bu olacakları?
Barış Terkoğlu:
Bugünden bakınca çok öngörülebilirmiş gibi geliyor. Oysa insan suyun içindeyken ıslanmak üzerine pek düşünmez. O dönem siyasal İslamcıların çıkıp şeriat çağrısı yapması, Cumhuriyet’i yıkacağını söylemesi, laikleri tehdit etmesi o denli olağan hale gelmişti ki… Bir noktaya da dikkat çekeyim: Siyasal İslamcılar o dönem kısmen İrani’ydi. İran da Türkiye’ye rejim ihracına hevesliydi. Yani bir örtüşme vardı. Sonra İran karşıtı oldular. Hatta ılımlı İslam projesiyle İran’a karşı emperyalizmin uç beyliğine dönüştüler. 25 yıl önce İran elçisini çağırmak, Humeyni’nin ilan ettiği Kudüs Günü’nü anmak, Hamas-Hizbullah bayrakları açmak, başı açıklara hakaret etmek, laikliği hedef almak onlar için sıradan işlerdi. Laiklik hassasiyetinin yükseldiği günlerde kamuoyu ayağa kalkmamış olsaydı kimsenin Sincan tiyatrosundan haberi bile olmayacaktı.

“Balans ayarı” efsanesi

Demokrasinin balans ayarı sözü dava dosyalarına girdi lakin yine kitapta bu ezber de bozulmuş durumda. Biraz bu kısmı açar mısınız?
Sami Menteş:
Hani efsane lafını hak eden bir olay varsa tam da budur. Yıllardır Çevik Bir’in ağzından “Demokrasiye balans ayarı verdik” sözü aktarılıyor. Açık söyleyeyim, ben 28 Şubat döneminde küçük çocuktum. Ama sonraki okumalarımda, ben bile bunu gerçek sanıyordum. Ta ki bu kitap için çalışıncaya kadar. Çevik Bir, mahkemede benim böyle bir sözüm yok diyor. Kitapta “balans ayarı” sözünün çıktığı yerin peşine düştük. Sonunda gördük ki bu lafı gerçekten de Çevik Bir’in ağzından duyan ve aktaran biri yok.

Aczmendilerle ilgili özellikle dönemin Refah Partisi çevresi tarafından dile getirilen bir komplo aracı olma iddiası var, kitap ekseninde kalırsak Aczmendiler basit bir komplo aracı mıydı yoksa şeriatçı bir yapı mıydı?
Barış Terkoğlu:
Bir komplo varsa o da Cumhuriyet’e karşı. Aczmendiler, komplo için yaratılmış bir yapı değil. Eğer sahiden buna inanıyorlarsa buyursunlar Aczmendiler hâlâ orada duruyor. Bazı İslamcı kanallarda programlara çıkıyorlar. Erdoğan’a destek için fetvalar veriyorlar. Nurculuğun köktenci bir kolu Aczimendilik. Yıllardır ayaktalar. Ancak giyim kuşamlarıyla, radikallikleriyle o dönem öyle göze battılar ki, onlara “aslında yoklar” demek daha işlevli oldu.

islamcilar-28-subat-la-kendilerine-gelecek-yaratti-993612-1.



Erdoğan’ın çocukları davada

28 Şubat özellikle İslamcı cenah açısından her zaman bir mağduriyet söyleminin ana unsuru oldu, kitapta ‘sahte mağdurlar’ diye çarpıcı bir bölüm var, ana hatlarıyla soracak olursam kim bunlar ve bu bağlamda dayanaklarınız neler?
Barış Terkoğlu:
Bir kere şunu söyleyelim. Her dönemde olduğu gibi 1990’lı yıllarda da mağdur olanlar var. Hatta 28 Şubat’ın irticayla mücadele kararlılığını ceberrutluk yapmak için bahaneye çeviren bekçiler de olabilir. Biz kimsenin hatasını aklamak, hiç kimsenin acısını yok saymak için yazmıyoruz. Öte yandan büyük bir sahte mağdur kitlesi var. 28 Şubat davasında bin 148 mağdur görünüyor. Oturup incelediğinizde birçoğu için “ne alakası var” diyorsunuz. Ordudan o dönem Fethullahçı olduğu için atılan askerler bile davaya gelip mağdur olmuş. İşin ilginci 10 yıl önce mahkeme bunları kabul etmiş. 10 yılda Fethullahçılık, FETÖ’ye dönüşünce, mağdur dedikleri, bu kez de kamudan AKP tarafından atılmış. Ama adları davada mağdur kalmış. Başka ne mağdurlar var derseniz, en meşhuru Sümeyye ve Esra Erdoğan. Esra Albayrak 1983 doğumlu ve 28 Şubat’ta on dört yaşındaydı, Sümeyye Bayraktar ise 1985 doğumlu ve 28 Şubat’ta on iki yaşındaydı. Bir mağduriyetleri varsa bunun 28 Şubat sanıklarıyla ne ilgisi var, bunu anlamak zor. Kitapta böyle birçok mağdur gibi olmayan mağdurlara yer verdik. Zira “mağdur” olmayı dün değil bugünkü ilişkiler belirliyor. Bugün güçlü olan “kendisini mağdur ilan etme hakkı”nı da eline alıyor.

Kitapta İlnur Çevik başta olmak üzere birçok AKP’ye yakın ismin 28 Şubat’ta bir aktör olduğunu görüyoruz. Nedir iktidarla bu sürecin bağı genel anlamda?
Sami Menteş:
İlnur Çevik Saray’da danışman. İktidarın temsilcisi. 28 Şubat davasının -ki bizim anlatımıza göre bir kumpas davası- yaratıcılarından biri. Ama öyle bir yaratıcı ki yarattığına kendisi bile inanamıyor. Hani çok yalan söyleyenin hafızası iyi olmalı derler ya. Çevik’in bir hafıza sorunu olmasa anlattıklarındaki çelişkileri göremeyeceğiz. Kitapta bunları somut olarak gösterdik. Mahkemede “post modern darbe” kavramının ortaya çıkışını anlattı ama kendisi anlatırken unutmuş olacak ki başka başka hikâyeler aktardı. Kısacası Çevik, bugünkü iktidarı sembolleştiren bir isimdi evet ama onun için bile çok eksikti.

Bu alanda çalışan iki gazetecisiniz… FETÖ başta olmak üzere İslamcı hareketlerin 28 Şubat süreci ile ilişkisi nasıl oldu, bu süreç onlar için ‘bir lütuf muydu’ yoksa onlara karşı ciddi bir basınç mı oldu?
Sami Menteş:
Biliyorum, başka tezler var. Ama 28 Şubat’taki MGK kararları, irtica kavramını somut olarak tanımlıyor. Yapılacakları sıralıyor. İşin ilginci, buna o dönemin Refah-Yol Hükümeti de destek veriyor. Gel gelelim, gereği yapılıyor mu derseniz, hayır derim. Bu açıdan 28 Şubat irticaya ve tabii FETÖ’ye karşıydı. Hatta ek yapayım, devlet içindeki çetevari örgütlenmelere de karşıydı. O dönem darbe de vuruldu. Fethullah’a açılan dava, Hizbullah operasyonları ve tabii mafya liderlerinin birer birer gözaltına alınması bir duruşun sonucu. Ancak bu süreçte dönüşen siyasal İslamcılık iktidarı bir başka şekilde fethederek, 28 Şubat’ı bitirdi. Yine de lütuf demek sonuca bakarak konuşmak olur, haliyle yanlış olur.

***

Bugün Türkiye daha demokratik diyemem

Kitabın özsözünde Barış Terkoğlu’nun ‘kamu görevlileri tarafından mağdur edilen yurttaşlarımız’ tanımlaması var, bu süreç başka türlü yönetilemez miydi?
Barış Terkoğlu: 28 Şubat kararlarının altında yalnız askerlerin imzası yok. Erbakan’ın da imzası var. Açıkçası ben de imza atardım. Ancak kesinlikle başka türlü yönetilmeliydi. İrticayla mücadele, askerin omzuna bırakılacak bir mesele değil. Yurttaşlar, kurumlar, partiler, sivil toplum örgütleri irticayla mücadeleyi kendi davası yapmalıydı.

Maalesef mesele fazlasıyla türbana ve sakala indirgendi. Semboller özün yerine geçti. Mücadelenin asıl hedefinden daha çok bunlar konuşuldu. İşin ilginci, ben şahsen biliyorum ki, 28 Şubat davasında suçlanan askerler de uygulamaları aynen bu şekilde eleştiriyor. Zira uygulamaları kararlara imza atanlar yapmadı.

Sonuçta türbanını açıp sakalını kesip sıvazlayan Fethullahçılar ile türban sorununu siyasal sömürü için kullanan AKP, Cumhuriyet’in kurumlarını ele geçirmek için kavgada baş başa kaldı. Böyle olmamalıydı.

Son olarak bir iddiada bulunmama izin verin. Her şeye “28 Şubat dönemi” diyorlar ya. Ben pek benimsemesem de bu kavramla bir soru sorayım. Gelin istediğiniz kriterle bugünle karşılaştıralım. Gösteri hakkına, örgütlenme özgürlüğüne, belediyelerdeki kayyum yoğunluğuna, Meclis’teki fezleke sayısına, yargının siyasallaşmasına… Hangi kritere istiyorsanız bakalım. Ben “bugün Türkiye daha demokratik” diyemem. Siyasal İslamcılık kendi eliyle yarattığı cehenneme demokrasi dememizi istiyorsa, ben bunu yapamam.

Çok basit bir şey söyleyeyim, açın o dönemin türban eylemlerini izleyin. İslamcılar Beyazıt’ta protesto yapıyor. Sahnede destek için Grup Yorum devrim marşları söylüyor. Grup Yorum bugün aynı sahneye çıkıp şarkı söyleyebilir mi? İslamcılar yalan da olsa dinleyebilir mi? Ben sanmıyorum…