Atatürkçü, Cumhuriyetçi, laik kesimler kendilerini müesses nizamın bir parçası olarak görmekte haklı mı? İslamcılar çevreden mücadele ede ede merkeze mi yerleşti yoksa bu fikir doğrudan merkez tarafından mı inşa edildi? Türkiye’deki İslamcılık 1923’ten 2002’ye kadar ceberut devlet veya vesayet odakları tarafından baskılanmış mıydı? “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” adlı kitap tüm bu sorulara çarpıcı cevaplar veriyor.

İslamcılık 50 yıldır müesses nizamın parçasıydı

Ozan GÜNDOĞDU

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yaptığı her konuşmada lafı bir biçimde 1923-45 arası tek parti dönemine getirebilmeyi başarıyor. Ancak yine Erdoğan 1945 sonrasına ilişkin aynı tonda konuşmuyor. Akademisyen Yazar Tolga Gürakar ve Behlül Özkan’ın derlediği ve onlardan başka 8 yazarın daha makaleleriyle katkı koyduğu Tekin Yayınevi’nden çıkan “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” adlı kitabın omurgasını da 1945 sonrasında ülkenin içine çekilen islamizasyon süreci oluşturuyor. Kitabın tezi son derece çarpıcı; İslamcılık çevreden yükselmedi, bizzat büyük sermaye, ordu ve ABD’nin etkisiyle merkez tarafından soğuk savaş döneminde inşa edildi. Kendisini son 50 yıldır müesses nizamın parçası zanneden Cumhuriyetçi, laik kesimler de büyük bir yanılgı içinde.

Kitabı derleyen Gürakar ve Özkan’la söyleşimizi yayımlıyoruz.

Kitabınız merkez-çevre paradigmasından bakarak İslamcılığı anlamaya çalışmanın bir antitezini oluşturuyor. İslamcılığın Türkiye’nin merkezi tarafından baskılanan bir ideoloji olmadığını, hatta bizzat merkezin bir parçası olduğunu iddia ediyorsunuz. Eleştirdiğiniz şeyi biraz açar mısınız?

Gürakar: Ben kitabın kuramsal arka planını yazdığım kendi bölümümde (kitap birçok yazarın makalelerinin derlemesinden oluşuyor) 1945 sonrası Soğuk Savaş döneminde kapitalist blok içerisinde yeni bir düzen inşa edildiğini, antikomünist bir yönelimin egemen hale gelmeye başladığını ve bu süreç içerisinde de bütün bilim dallarındaki değişmelere değindim. Merkez-çevre paradigmasına gelecek olursak, o da 1940’larda 50’lerde dünyada tartışılıyor, hatta Marksistler dahi bu paradigmayı sınıfsal analizler yaparlarken farklı biçimlerle kullanıyordu. Bu paradigma Türkiye’ye yorumlandığı zaman temel olarak şunu söylüyordu: “Bir çevre var, bir de merkez var. Çevre, ceberut olarak değerlendirilen merkezin büyük bir baskısı altında. Kendi değerlerini o merkeze hiçbir şekilde ihraç edemiyor.” Bu paradigmanın bakış açısı oldukça tek taraflı. Bütün değerler merkezden çevreye akıyor ama merkez çevreden hiç etkilenmiyormuş gibi çevreyi statikleştirici, merkezi de şeytanileştirici bir bakış açısı var. Biz kitapta bunu eleştirdik ve bunun böyle olmadığını dile getirdik. Araştırmalarımız neticesinde bulduğumuz şey de şudur: “İslamcılık özellikle 1950’lerden başlayarak hiç de çevrede değilmiş, aksine günbegün merkezin kıyısına doğru elbirliği ile çekilmiş. Bu konsensüste de müesses nizam ve elitlerin “antikomünist” yönelimleri başat rol oynamış.

Genel olarak tezinizi ortaya koyarken “müesses nizam” dediğiniz şeyin içine orduyu ve büyük sermayeyi de koyuyorsunuz. Ancak bugünlerde büyük sermaye, sanki aralarında çıkar çatışmaları olan fraksiyonlarmış gibi resmediliyor. Bir tarafta Cumhuriyetçi sermaye bir tarafta İslamcı sermaye. Nasıl değerlendirirsiniz bunu?

Özkan: Zaten kitabın altbaşlığı, “ordu, sermaye, ABD ve İslamizasyon”. Yani Türkiye’nin soğuk savaş düzeninin ideolojisi olan islamizasyonun üç önemli aktörü, ordu, sermaye ve ABD. Kitabın ana omurgası şu; İslamcılık çevreden yükselmedi. Bizatihi merkezden inşa edilerek, 60’lı yıllarda yükselen işçi ve öğrenci hareketlerine karşı bir panzehir olarak topluma vuruldu. Ama bir şey daha var, Türkiye’de sol, sosyal demokrat, Kemalist, laik, Cumhuriyetçi kesimler de, kendilerini aslında müesses nizamın bir parçası olarak sanıyorlardı. Halbuki, 1960’larda Doğan Avcıoğlu’nun ilerici olarak gördüğü ordu, Türkiye’de o yıllarda “gerici” olarak nitelendirilen cemaatlerle çok yakın ilişkiler içinde. Bu konuya ilişkin onlarca bilgi, belge mevcut. O zaman kendisini sol, Kemalist, laik, Cumhuriyetçi olarak tanımlayan kesimlere şunu söylüyoruz, “Siz kendinizi müesses nizamın parçası zannederek, belki mental bir rahatlama içine giriyorsunuz ama gerçekte yaşanan çok farklı. 50 yıldır da müesses nizam sizden değil. Sizin dünya görüşünüzün fikirlerini paylaşmıyor. Bunun da farkına varsanız iyi olur”. Yani kitabın bir mesajı İslamcılığın merkezin içinde konumlandığıysa, bir mesajı da merkez sanılanın aslında merkez olmadığıdır.

Sanırım en heyecan verici kısmı da bu, katılır mısınız?

Özkan: Evet, evet. Ben de kişisel anlamda bu kitabın -aynı zamanda kolektif bir çalışmaydı- en öğretici yanının bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü uzun yıllardır, sağ, merkez sağ, İslamcı veya liberal çevreler, gazeteciler, bu merkez-çevre paradigmasının üzerinden bir hegemonik söylem oluşturdu. Çok kolay çünkü… Kitapta bunu vurguladık. Türkiye’nin islamizasyon süreci çok karmaşık ve komplikedir. Ama her komplike sorunun, basit ve kısa ama yanlış bir çözümü de var. İşte Şerif Mardin tarafından Türkiye’ye uyarlanan merkez-çevre paradigması tam da böyle. Çok kolay, herkesin anlayabildiği, kullanabildiği, lego gibi her yere yerleştirilebilen, her şeyi açıklıyor size ama hiçbir şey açıklamıyor aslında.

Ama kendisini sol, Cumhuriyetçi, laik olarak tanımlayan kesimler büyük sermayenin bir kısmının “günahsız” olduğunu düşünüyor…

Özkan: Bizim kitabın siyasete bir mesajı varsa o da, Türkiye’nin bu dediğin kesimlerine belki bir uyarı, belki bir tokat etkisi yaratması: “Siz Beyaz Türk değilsiniz, iktidarda yoksunuz, uzun zamandır da yoktunuz” diyor kitap. Türkiye, aslında sizin tahayyüllerinizdeki gibi bir ülke değil, ne ordusu öyle ne sermayesi sizin hayal ettiğiniz gibi. Türkiye’nin büyük sermayesi, 29 Ekimlerde, 10 Kasımlarda, sosyal medya üzerinden PR kampanyaları düzenliyor. Ama bakın diyoruz, büyük sermayenin de geçmişi hiç öyle parlak değil. Türkiye’nin bugün yaşadığı demokrasi, insan hakları, akademik özgürlükler, basın özgürlüğü gibi bu iktidarla birlikte yaşadığı bütün sorunların temelinde bu ülkenin sermayesi de var, ordusu da var. Yani bugün geldiğimiz durum, 2002’de başlamadı, bunun evveliyatını bilmek istiyorsanız, alın okuyun demek istiyoruz aslında.

Geçmişte Türkiye’nin geleneksel sermayesinin islamizasyona etkisi var, bunu anlıyoruz, ancak son özellikle son 10 yılda büyük sermaye grupları arasında bir çatallaşma yok mu? Bir yanda geleneksel sermaye grupları diğer yanda, Saray sermayesi gibi bir fraksiyonel ayrımdan bahsetmek tümüyle yanlış değil sanırım?

Gürakar: Son 10 yılda Türkiye’de yaşananlar, hatta 2016 darbe girişimi sonrasında, daha da artan otoriterleşme, elbette sermaye içinde belli başlı kanatları rahatsız ediyor. Sonuçta bu sermayedar dediğimiz kişiler de, uzaydan gelmiş değiller. Belki geniş kesimler gibi yaşamıyorlar ancak yaşamlarına dair benzer endişeler taşıyan insanlar. O da çocuğunun ya da torununun Türkiye’de bir geleceği olup olmadığını düşünür. Buradan bakıldığında elbette bir çatallaşma olduğu gözükebilir. Ama kolektif çıkarlar olarak düşünüldüğünde ben burada bir çatallaşma olduğunu hiç düşünmüyorum, aksine kimi politik çıkıntı potansiyeline sahip birkaç grup haricinde ekseriyet AKP döneminin kazananı oldular.

Özkan: Sermaye de ordu da muhafazakâr kurumlardır, yani mevcut düzeni korumak ve sürdürmek isterler. Mevcut düzen hem ordunun hem sermayenin çıkarlarını gözetir. 1960’lı yıllardan itibaren önemli bir kırılma oldu Türkiye’de. OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) kuruldu. Böylece mevcut ekonomik ve siyasi düzene, ordu tam anlamıyla entegre oldu. Sermaye için de durum benzerdir. Farklı dünya görüşleri olabilir, farklı yerlerde kimlikleri olabilir. Ama nihayetinde sınıfsal çıkar olarak baktığımızda bunların hepsi yan yana gelecektir. Sonuç olarak bakmamız gerek, hem ordu hem sermaye için önemli olan kimlikler değil, iktisadi ve siyasi çıkarlarıdır.

1945’ten sonra İslamcılık merkez tarafından inşa edildi. Peki 1923-1945 arasında gerçekten merkezi baskıladığı bir İslamcılıktan bahsetmek mümkün mü? Erdoğan da sürekli bu tek parti dönemine atıf yapıyor biliyorsunuz.

Özkan: Bu Kemalist devletin ne olduğunu ciddi şekilde sorguluyorum ben. 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Atatürk’ün bir kurucu figür olarak son derece devrimci olduğu konusunda ve 1923’ün keskin bir değişim olduğu konusunda hemfikiriz. Ama Cumhuriyet ilan edildiği zaman Atatürk bu devleti valiler, emniyet müdürleri, bürokratlarla yürütecekti. Nereden geldi bu bürokratlar? Kemalist devlet dediğimiz zaman, Atatürk bir anda Cumhuriyetçi, devrimci bir zümreyi iktidara mı getirdi? 1923-45 arasında bazı noktalarda devrimci fikirlere sahip olan kişilerin var. Ancak bunun tam tersi de geçerli ve bu gözden kaçıyor. Mesela Fevzi Çakmak. Ne kadar jakoben, laik, devrimci çizgiye uyuyor? Sonuçta bu dönemde ordunun başındaki isim ve Nakşi cemaatlerle temasları var. Çakmak son derece dindar ve 1950 yılındaki cenazesi, İslamcılar’ın ilk büyük gövde gösterisi Cumhuriyet tarihinde. Bu kişi 1944’e kadar değişmez biçimde genelkurmay başkanı ve Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı. Onlarca böyle örnek var. Dahası, Türkiye’deki islamizasyon süreci de Demokrat Parti’yle beraber 1950’de başlamadı, 1945’le birlikte yani hala CHP iktidardayken başladı.

İnönü bir hata mı yaptı yoksa bilinçli bir eylem miydi?

Özkan: Şimdi 1923-45 arasında en az İslamcılığa yapılan baskı kadar hakim olan bir dinamik de antikomünizm. Unutmayalım, Nazım Hikmet 1938-50 arasında içeride tutuldu. Nazım Hikmet’in Cumhuriyet’e ve devrimlere bağlılığını kimse tartışamaz herhalde. Ben İnönü’nün 1945 sonrasında islamizaysonun önünü açmasında solla mücadelenin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü o dönem itibariyle birincil tehdit olarak sol tanımlandığı için, bunun panzehiri nedir sorusuna muhafazakârlık ve dindarlık cevabını veriyorlar. Ve 1963-65 gibi İnönü’nün bir hata yaptığını düşündüğünü ve geri pedala basmak istediğini, ortanın solu söylemine de buradan hareketle geçildiğini ama artık ipleri kaçırdığını düşünüyorum.

Gürakar: Behlül’ün de dediği gibi Türkiye’deki müesses nizam, her zaman için sağ tandanslı, hiçbir zaman bırakın komünizmi, sola dümen kırmayacak ve dolayısıyla hele ki komünizmi her zaman bir tehdit ve beka sorunu olarak görecek bir habitusa sahip. Kısacası, Cumhuriyet devrimlerinin yapıldığı, o en köktenci dönemlerin yaşandığı zamanlarda bile, merkezi politik elitlerin reformist ve statükocu itirazları hiç eksik olmadı. Atatürk’ü de yalnız kılan buydu.

Özkan: Buna iktisadi açıdan liberalizmi de ekleyebiliriz. İzmir İktisat Kongresi’ne baktığımızda bunu görüyoruz. Evet, 1929 krizinin etkisiyle bir miktar devletçiliğe kayıldığını görüyoruz ama Türkiye’de solun geçmişini 1923’te aramak gibi bir hata yapılıyor. Ben iktisadi anlamda bu arayışın sonuç doğuracağını sanmıyorum. Sosyal ve siyasal anlamda bulunabilir ama iktisaden o dönemi sol bir iktisadi düzenin geçerli olduğu bir dönem olarak tanımlamak bence son derece yanlış.

Siz İslamcılığın sola karşı bizzat merkez tarafından inşa edildiğini söylüyorsunuz ancak özellikle 80’den sonra 90’lı ve 2000’li yıllarında başında kendisini “sol” mahallenin içinde konumlandıran liberal tandanslı çevrelerin de İslamcılıktan demokratik atılım beklediğini gözlemledik. Bunu nasıl yorumlarsınız, bir kötü niyet mi vardı sizce?

Özkan: Bence burada bilinçli bir yanlış yok. 2002’den itibaren bu süreci desteklemiş ve merkez-çevre paradigması üzerinden söylem inşa etmiş, sol liberal çevreler, bence bu sürecin sonunun böyle olacağını bilmiyorlardı. Söylemlerini yanlış ve eksik analizler üzerine bina ettiler. Türkiye’nin geçmişini ve soğuk savaş dönemini bilmiyorlardı. Temel hatanın da burası olduğunu düşünüyorum. Kötü niyet aramıyorum açıkçası. Bu kitapta yapmak istediğimiz de buydu. Kimseyi yanlış analizlerinden ve öngörülerinden dolayı yargılamak amacımız yoktu. Biz gerçekten namuslu biçimde ülkenin soğuk savaş dönemini Türkiye’nin aydın çevrelerine anlatmak istedik. Bizden önce de bizimle aynı bakış açısına sahip eserler var. Mesela Fethi Açıkel’in makaleleri, Sungur Savran’ın, Cangül Örnek’in eserleri var.

Gürakar: Behlül tabii iyi niyetli. (Gülerek) Ben bir art niyet arıyorum, şöyle ki, ben burada bir güç devşirme arıyorum. Erol Taş filmlerindeki gibi ellerini avuçlarını ovuşturarak yapmıyorlar bunu belki ama şu var; ne modaysa, hâkim paradigma neyse oraya eklemlenmeye çalışan bir zihniyet var. Yani ana akımdan gidelim ve onun sağladığı konfor alanından çıkmayalım. Dünyada da var bu. Bir biçimiyle hem neo-liberal hem de tırnak içinde sol değerler ile iç içe geçmiş bir hegemonya var. Bu hegemonyanın dışına akademisyenin çıkması birçoğu açısından kimi zorluklar getiriyor demek ki. Belki de yalnız kalma korkusu. Hele bir de tarihsel arka planı da iyi okumuyorlarsa bu hegemonyaya kolayca eklemlenebiliyorlar.

Peki gerçekten hem İslamcı hem demokrat veya antiemperyalist olunamaz mı, umulduğu şekliyle?

Gürakar: Kişisel olarak olabilir. Örneğin, MHP’ye oy veren bir kişi kendisini antiemperyalist olarak nitelendirebilir. Bu kişisel bir duruştur ve ben buna itiraz etmem, kimse adına niyet okumam. Ama biz buradan hareketle 1960’lı yıllardan itibaren emperyalizmle olan ilişkileri itibariyle ülkücü hareket antiemperyalisttir kesinlikle diyemeyiz. Aynı yaklaşım siyasal İslam için de geçerli.

Demokrat niye olamıyorlar ?

Gürakar: Şöyle, antiemperyalizm, sınıfsal anlamda bir demokrasiyi savunmayı, mevcut üretim ve paylaşım ağını tersine çevirmeyi, özetle mevcut sisteme eleştirel yaklaşmayı gerektirir. Ayrıca bir ideal ve tahayyül de gerektirir. İslamcılık ise bunların tümünden mahrum. Bakın 2002-2020… 18 sene. İnkılap Tarihi enstitülerinde 1923-38, 15 yıl yüksek lisans ve doktora olarak okutuluyor. Şimdi 18 senelik iktidardan bahsediyoruz ve kültürel hegemonya kuramadılar. Bunu kendileri de zaten kabul ediyorlar.