İslamcılar sürekli ezildi mi? Liberallerin şişirdiği, siyasal İslamcıların da işine gelen bu düşünce artık daha çok sorgulanıyor. “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” kitabının yazarlarından Tuğtan ile hem kitabı hem de siyasal İslam’ın geleceğini konuştuk.

İslamcılık çevre değil, merkezin ta kendisiydi

Ozan GÜNDOĞDU

İslamcılık, AKP dönemine kadar ezilen, mağdur edilen, baskı gören bir siyasal hareket olarak resmedildi. Merkez-çevre paradigmasından İslamcılığı analiz etmeye çalışan liberal ve liberal sol isimler, AKP’den demokratik açılımlar umdu. Bu isimlerin önemli bir kısmı eski fikirlerinden rücu etse de bir kısmı hâlâ AKP’den demokratik açılım bekliyor. Ancak ülkenin aydın sınıfı, İslamcılık konusunda henüz fikir birliğine varmış değil.

Buna karşılık akademisyenler Behlül Özkan ile Tolga Gürakar’ın derlediği Tekin Yayınevi’nden çıkan “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni: Ordu, Sermaye, ABD ve İslamizasyon” başlıklı kitap, alışılagelmiş retoriğin dışına çıkıyor. Özellikle Soğuk Savaş döneminde İslamcı akımların bizzat merkez tarafından sınıf siyaseti üzerinden yükselen sol hareketlere karşı inşa edildiğini deyim yerindeyse teşhir ediyor. Kitaba “Soğuk Savaş ve Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişi: 1945-1970” başlıklı makalesiyle katkı sunan İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Mehmet Ali Tuğtan ile yazdıkları üzerine konuştuk.

Sizin de katkı sunduğunuz kitapta siyasal İslamcılık aşırı sağ bir ideoloji olarak konumlandırılıyor ve 1923’ten 2002’ye kesintisiz bir merkez-çevre paradigmasının geçerli olmadığını söylüyor. Sizinki gibi çalışmalar hâlâ azınlıkta. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Aslında bu sorunun cevabı, akademiyanın dışarıdan bakanların çok da aşina olmadığı işleyişi ile ilgili. Şöyle ki; siz belli bir ülkenin siyasal tarihiyle ilgili, akademik bir eser yazacağınız zaman, birincil kaynağa ihtiyaç duyuyorsunuz. Bu kaynaklar da genellikle, kişilerin anıları, arşivler, gizli belgeler vb… Bunlar da aradan belli bir zaman geçmeden açığa çıkmıyorlar. 1980’lerden itibaren, 90’lar ve 2000’ler boyunca, Osmanlı’nın geç dönemi ve erken Cumhuriyet dönemi hakkında bu kadar çok çalışma olmasının nedenlerinden biri, yurtdışındaki o döneme ilişkin arşivlerin açılmış olması. Bu arşivler kademeli olarak açılıyor, yani 50 yıl, 70 yıl gibi zamanların ardından… Şimdi yurtdışında arşivler açıldıkça, bu dönemle ilgili olarak 1980’ler öncesinde, daha sonra resmi tarih olarak eleştirilen ve siyasal tarih yazınında yer almayan şeyler ortaya çıkmaya başladı. Böylece Erken Cumhuriyet dönemine eleştirel bakan eserlerin kaynağı, bu arşiv belgeleri oldu. Arşivler açıldı, insanlar bu arşivleri inceledi. Daha önceden Cumhuriyet’in resmi tarihini yazmış olan insanlara döndüler ve dediler ki: “Siz böyle yazmışsınız ama bakın burada da bunlar var.”

Siz de bunun üzerine makalenizi yayımladınız.

Aynen öyle oldu. İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra Batı Bloku’nda, müesses nizam nasıl kuruldu, bu nizamın içerisinde Batı’nın kendi resmi tarihi içinde şeytanlaştırılan Naziler ve onların yerel işbirlikçileri, komünizme karşı mücadelede nasıl bir rol aldılar, siyasal İslam burada nereye oturdu gibi konuların açığa çıkmasını sağlayacak belgeler ortaya çıktı. Bizimki gibi eserleri birincil kaynaklara dayanarak, yazabilmek de mümkün hale geldi. Bunlar daha önce de yazıldı ancak bunları yazan insanlar birincil kaynaklara dayandıramıyorlardı ve çok kolaylıkla komplo teorisi yaftalamasıyla karşı karşıya kalıyorlardı. Birincil kaynaklarla teyit edebilmek ancak 2010’lar sonrası mümkün olabildi.

O halde yeni bir dönem başlıyor diyebilir miyiz?

Elbette. Önümüzdeki 10 yılda Türkiye siyaseti yazınında bir yeni döneme şahit olacağız. Bu yeni dönemde 90’lar ve 2000’ler boyunca birbirlerinden ayrışan, kutuplaşan grupların, bazı konularda birbirlerine giderek yaklaştığı bir döneme şahit olacağız. Kemalistlerin toptan bir şekilde liberaller olarak tanımladığı, başkaca hakaretamiz ifadelerle andıkları insanlarla, liberallerin ‘Kemalist, militarist, ceberrut’ diye tanımladığı grupların daha bilimsel araştırma yapan kesimleri, arşivler ortaya çıktıkça, birbirlerine yaklaşacaklar. Birbirleriyle diyalog kuran çalışmalar yapacaklar.

Peki, İslamcılık konusunda hangi noktada buluşacaklar?

Tam olarak bir ortak noktada buluşurlar mı, buluşmazlar mı? Bu ancak yapılan çalışmalar sonrasında ortaya çıkacak. Şunu göreceğiz: giderek artan ölçüde İslamcılığın soğuk savaş sırasında komünizme karşı bir mücadele aracı olarak, müesses nizam tarafından hem batı ittifakı genelinde hem de Türkiye özelinde desteklendiği ortaya çıkacak. Çevre-merkez teorisi çerçevesinden yapılan, “Türk halkı aslında muhafazakâr bir halktı, laiklik zorla dayatıldı, halbûki böyle bir dayatma olmasaydı kendi demokratik anlayışlarını geliştirebileceklerdi” önermesi daha fazla sorgulanacak.

islamcilik-cevre-degil-merkezin-ta-kendisiydi-814897-1.

Gerçekten de bu önerme şu anda hâkim konumda…

Evet ama bizimki gibi birincil kaynağa dayanan eserlerin sayısı arttıkça, bunlar artık görmezden gelinemez hale gelecek. Nasıl ki Kemalistler, liberalleri sert şekilde eleştirmelerine rağmen geçtiğimiz 20 yılda liberallerden çok şey öğrendilerse, önümüzdeki 20 yılda da liberaller için aynı şey olacak. Çünkü ortaya çıkan veri, insanların görüşlerinde bir revizyona yol açacak, bu kaçınılmaz.

O zaman AKP’ye de eklemlenen, onu bir demokrasi hareketi olarak yorumlayan liberallik, önümüzdeki yıllarda tarihe karışacak diyebiliriz miyiz?

Şimdi; çevre-merkez teorisinden köklenen ve siyasal İslam’ı demokrasi taraftarı bir güç olarak tanımlayan teorinin esas krizi, biz ya da bizim gibi düşünen insanlar, önünüzdeki kitaba benzer (Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni) kitaplar yazdı diye krize girmedi. O zaten günlük siyasetin pratiklerinin önümüze koyduğu veriler çerçevesinde krize girdi. Yani 2012-2013’ten itibaren giderek otoriterlerşen Türkiye siyaseti manzarası karşısında, bütün bu merkezin ve devletin sahibi olan seçkinci, laikçi güçler ve bunların karşısında konumlanan Müslüman, mütedeyyin, demokrat söylemi çöktü. Bu söylem çökünce tabii, alternatif bir açıklama getirmek gerekiyor.

O halde zannedildiğinin aksine “İslamcılık, merkezin ezmeye çalıştığı değil, tam aksine merkezin desteğiyle büyütülen bir sağ hareketti” diyorsunuz.

Tabii… Türkiye sağının oganik bir parçası olan İslamcılık, 1890’lardan beri gelen, 1950’ler, 60’lardan itibaren komünizme karşı besleyip büyütülen Suudi Arabistan tarafından finanse edilen, özellikle Mısır’da kitle tabanı bulan, Müslüman Kardeşler tipi Türk halkının İslam anlayışına uymayan bir siyasal İslamcılık’la birleşti. Bu anlayış birincisi komünizm karşıtı olduğu için desteklendi. İkinci olarak konsolide etmek gerekiyordu. Bunun en kolay yolu da dindi. Bu olurken de kimse komünizme karşı korunan kollanan bu anlayışın, demokrasi yanlısı olup olmadığına bakmadı. Ama dikkatli baktığınız ve birincil kaynaklarını okuduğunuz zaman, Suudi Arabistan veya Mısır kökenli kaynaklarda siyasal İslamcılığın demokrasi eşitlik karşıtı, bazı kolları açısından konuştuğunuzda şiddet yanlısı bir ideoloji olduğunuz anlıyorsunuz.

Bu dediğinize şu şekilde karşı argüman da geliştiriliyor; değiştiklerini, artık demokrat olduklarını iddia ediyorlar. 1970’li yılların İslamcı hareketinden 2000’li yıllara böyle bir değişim yok mu sizce?

2000’li yıllarda özellikle, bir Müslüman demokrat argüman ortaya konulması için ciddi bir çaba var. Bunu göz ardı etmek yanlış olur. Erdoğan’ın, “Biz milli görüş gömleğini çıkarttık” dediği dönemde böyle bir vizyon koyma çabası var. Ancak bu çabanın gelip duvara tosladığı yer, siyasal İslam’ın toplum tahayyülü. Türkiye gibi bir ülkeye bu tahayyülü demokratik yöntemlerle benimsetemezsiniz. Çünkü Türkiye’deki kültüre, yaşayışa, kapitalist ekonominin geldiği seviyeye, Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihine bu gömleği giydiremezsiniz, dar gelir. Çünkü bir deli gömleğidir bu tahayyül toplum için. “Kadınlar çalışmasın, geleneksel aile değerleri tüm topluma egemen olsun, herkes en az 3 çocuk yapsın, Müslümanların dini hassasiyetlerini en ufak bir şekilde harekete geçiren hiçbir şey kamusal alanda yapılamasın” dediğinizde, demokrasinin standardı olarak neyi koyacaksınız? 2000’li yıllarda demokrasinin standardı AB standartlarıydı ancak siyasal İslam’ın demokrasi tahayyülü, toplum tahayyülüyle çeliştiği için Türkiye’nin demokrasi standartları hiçbir zaman AB standartlarına yükselemedi. Bir noktada tabandan gelen itirazlar, göz ardı edilemez hale geldi. İstanbul Sözleşmesi hakkındaki tartışmalar bu konudaki en güzel örnektir. İstanbul’da kendileri imzaladılar; ancak olmuyor, tabandan öyle şiddetli bir tepki geliyor ki… Kendi kanaat önderleri, cemaatler, tarikatlar, “Olmaz öyle şey, bize ters” diyor. “Müslüman demokrat” ifadesinden geriye ne kalıyor peki? İşte askeri vesayete söylem düzeyinde karşı olmak, sandık bazlı çoğunlukçu bir demokrasi anlayışı kalıyor. Sizin çağdaş demokrasi dediğiniz şeyin, diğer bütün unsurları, azınlık hakları, insan haklarına saygı, laiklik, çoğulculuk maalesef bu anlayış içinde yer bulamıyor.

İslamcılıkla siyasal İslamcılık arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?

İslamcılık dediğiniz zaman Abdülhamit döneminden başlayan ve Osmanlı’nın hilafet makamına sahip olmasını, siyasal amaçlar için kullanmayı hedefleyen bir vizyondan bahsediyorsunuz. Ama siyasal İslamcılık dediğiniz zaman, daha yeni bir fenomenden bahsediyorsunuz. O zaman işte 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış, batı ittifakı çerçevesinde kitlelerin komünizme kaymasını önlemek için; desteklenmiş, beslenmiş, yayılmasına teşvik ve katkı sağlanmış bir ideolojiden bahsediyorsunuz. En önemli farkı zaten Said Ramazan’ın (Müslüman Kardeşler örgütünün Avrupa şefi ve örgütün kurucusu Hasan el Benna’nın damadı) daha geleneksel bir İslam anlayışı ile tartışmalarda kadının konumunda görmek mümkün. Geleneksel İslamcılar diyor ki; kadınlar evde otursun. Said Ramazan diyor ki; hayır, kadınlar artık şehirli, bizimle beraber kamu alanına çıkacaklar ve İslam’ın toplum hayatını belirlemesi için bizimle beraber mücadele edecekler. Peki, nasıl çıkacaklar sokağa? Pardösü giyecekler, eldiven ve türban takacaklar. Bir yandan modern bir anlayış, ama temel amaç modern toplum hayatında İslam’ın belirleyici olması fikri. Yani bizim kısaca “şeriat” dediğimiz şey… Ama şeriatı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar kendi içinde son derece modern.

***

İdeolojik yakıtı tükendi

Siyasal İslamcılığın geçmişini inceleyen biri olarak geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Aslında Soğuk Savaş’ta palazlandırıldığı şekliyle siyasal İslam büyük ölçüde bitti. İkincisi ideolojik anlamda yakıtı tükendi. Çünkü bu ideolojinin pratiğe yansıdığı yerlerin hiçbirinde ikinci devri saadet vakası gözlenmedi. Örneğin sosyalizmin 70 sene ayakta kalabilmesinin nedeni, ağır bir sanayi hamlesi gerçekleştirebilmesiydi. Sovyetik uygulamanın başka arızaları vardı ama bir tane de böyle net başarısı var. Şimdi siyasal İslamcılığın tek bir başarısı dahi yok. Aynı kader şimdi siyasal İslamcılık için de geçerli.