Normalleşme sürecinin görünürdeki gerekçeleri arasında yer alan “İsrail gazı”, kavramsal olarak bile başlı başına ciddi bir sorunu ifade ediyor

İsrail’le “normalleşme” süreci üzerine

SELİM SEZER*

Geride bıraktığımız yılın Haziran ayında Roma’da, seçim hükümetinde bakanlık görevi de verilecek olan Türkiye Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile İsrail Dışişleri Direktörü Dore Gold arasında yürütülen görüşmeler, Ankara-Tel Aviv ilişkilerinde yaklaşık dört yıllık bir parantezin kapatılacağının habercisiydi. 1949 yılından beri hayli iyi bir düzeyde seyretmiş olan ikili ilişkilerde 31 Mayıs 2010 tarihli Mavi Marmara saldırısının yarattığı kısmi zedelenmenin giderilmesi yönünde ilk adımlar Roma’daki bu görüşmede atılmıştı. Bir başka deyişle, normalleşme yönünündeki ilk adımlar atılırken Rusya’ya ait SU-24 tipi savaş uçağının düşürülmesinden kaynaklı “doğalgaz krizi” henüz yaşanmamıştı. Keza 1 Kasım seçimleri sonrasında Times of Israel gazetesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeniden tek başına hükümet kurmasıyla birlikte ilişkilerde normalleşme yolunun açılacağını yazdığında da bu “kriz” henüz yaşanmış değildi.

Hakikat şu ki, Rus uçağının düşürüldüğü 24 Kasım 2015 gününden bu yazının yazıldığı güne kadar olan süreçte de Rusya ile Türkiye arasında bir doğalgaz krizi vuku bulmuş değil. Ancak Moskova’yla iplerin gerilmesinden sonra Türkiye hükümeti, büyük bir hızla doğalgaz için alternatif arayışlarına girdi. Alternatif için yönelinen ülkeler ise, Türkiye’nin Ortadoğu siyasetindeki başlıca partnerlerinden olan Katar ile, bir süredir ilişkilerin kısmen bozulduğu kadim dost İsrail oldu.

Normalleşme sürecinin görünürdeki gerekçeleri arasında yer alan “İsrail gazı”, kavramsal olarak bile başlı başına ciddi bir sorunu ifade ediyor. Tam da bu girişimlerle eş zamanlı olarak “Al-Haq” kuruluşu tarafından yayınlanan “Annexing Energy” [“Enerjinin ilhak edilmesi”] başlıklı rapor, işgal altındaki Filistin’in petrol, doğalgaz ve şist yağı açısından zengin kaynaklara sahip olduğunu ve bu kaynakların 1967 yılından beri İsrail tarafından sistematik olarak yağmalandığını ortaya koyuyordu. Bir başka deyişle Türkiye’nin İsrail’den doğalgaz satın alması, Türkiye vatandaşlarının Filistin gazı için, o gazı çalan işgalci bir rejime para ödemesi anlamına geliyor.

Ancak halen son hali verilmemiş olan anlaşma, mevcut biçimiyle bu alım-satımdan çok daha fazlasını öngörüyor. Örneğin anlaşma dahilinde, Mavi Marmara katliamı nedeniyle İsrailli komutanlara açılmış davaların düşürülmesi öngörülüyor ki, bunun için katliamda hayatını kaybedenlerin ailelerinin rızası dahi alınmış değil. Bir başka madde, Filistin direniş hareketleri içinde yer alan ve Türkiye’de yaşayan bazı isimlerin sınırdışı edilmesini öngörüyor. Açıkça duyurulmuş olmasa da, geçmişte olan türden istihbarat paylaşımı gibi uygulamaların yeniden başlaması da gayet muhtemel. Tüm bunlar söz konusu anlaşmayı dar anlamda bir “doğalgaz anlaşması”nın çok ötesinde, neredeyse bir “stratejik ortaklık” anlaşması düzeyine getiriyor.

Şüphesiz ilişkilerin bu şekilde onarılması – ki geride kalan dönemde ikili ticaret hacminin her yıl biraz daha büyüdüğünü, askeri anlaşmaların iptal edilmediğini, yalnızca diplomatik ilişkilerin derecesinin düşürüldüğünü ve siyasi ilişkilerde belli bir bozulmanın olduğunu vurgulamak gerekiyor – bölgesel ve küresel siyaset alanındaki gelişmelerden bağımsız değildir. Türkiye ve ABD arasında, Suriye’deki ve Rojava’daki öncelik farklılıkları nedeniyle yaşanan ihtilaflar önemli ölçüde halledilmiş (ya da en azından rafa kaldırılmış) gibi görünüyor ve ABD, son dönemlerde Ankara’daki müttefikine son yıllarda hiç olmadığı kadar sahip çıkıyor. Hem ABD hem de Türkiye, Suudi Arabistan’ın Yemen saldırısına onay ve destek verdi. Türkiye aynı zamanda, ABD’nin onay ve teşvikiyle Riyad öncülüğünde kurulan Sünni askeri ittifakının (“Müslüman NATO”) bir parçası olacağını ilan etti. Tüm bunlar olurken Suudiler ve İsrailliler karşılıklı olarak birbirlerine ne kadar ihtiyaç duyduklarını yüksek sesle söylüyor. ABD de İran’la varılan nükleer anlaşması sonrasında hem Suudi Arabistan’ı hem de İsrail’i teskin etmeye çalışıyor ve Obama yönetimi, İsrail’in uluslararası hukuaka aykırı bir şekilde Kudüs ve Batı Şeria’da yeni Yahudi yerleşim birimleri kurmasına eskisi kadar ses çıkarmıyor. Kısacası, geleneksel ABD-İsrail-Suudi Arabistan ittifakı bölge siyasetinde kendini güçlü bir şekilde hissettiriyor ve son “normalleşme” süreciyle birlikte Türkiye yönetimi de bu ittifakın içindeki yerini yeniden tescil etmiş oluyor.

Güncel siyasi ve jeopolitik gelişmelerin dışında, ontolojik olarak altı çizilmesi gereken bir nokta daha var: İsrail, “küçük bir ülkeyi işgal etmiş katil bir devlet”ten çok daha fazlasıdır. Modernite çağında bir muadili olmayan türden, soyut tarihsel hak iddiaları üzerinden gerçekleşen göçler ve buna eşlik eden terör, istila ve yerli halkın sürgün edilmesi yoluyla kurulmuş, tepeden tırnağa kolonyal bir projedir. Sadece El Halil’de değil aynı zamanda Hayfa ve Yafa’da, Kudüs’ün sadece doğusunda değil aynı zamanda batısında da işgalcidir. Aynı zamanda yayılmacıdır, yayılmacılığını da gizlememektedir. Hatta 1979 tarihli yarı-resmi Oded Yinon Planı’nın da ortaya koyduğu gibi, yayılmasının yolunun Arap nüfus çoğunluklu ülkelerde iç savaşların körüklenmesinden geçtiğini düşünmektedir. Filistinlilere yönelik katliamlarından dolayı hesap vermediği gibi Lübnanlılara yönelik katliamlarından dolayı da hesap vermemektedir; Gazze’yi havadan vurma konusunda kendini ne kadar rahat hissediyorsa, Şam’ı havadan vurma konusunda da kendini o kadar rahat hissetmektedir.

İşte içinden geçtiğimiz süreç, Türkiye’nin bu oluşumla ilişkilerini normalleştirmesi anlamına geliyor. Ve bu normalleşme için öne sürülen “şartlar”ın geriliği bir yana, o geri şartların kendisi bile yerine getirilmiş değil. 2 milyona yakın nüfuslu Gazze’ye uygulanan abluka 10. yılını doldururken, bunu sonlandırmak için basınç yapma gücüne sahip olan Türkiye, bunu bile yapmadan giriştiği anlaşmanın “Türkiye, İsrail ve Filistin’in çıkarına” olacağını ileri sürüyor.

*Ortadoğu Araştırmacısı