1 Mayıs’ın seçimlerin arefesine rastlaması bir imkan olarak duruyor. Tek adam rejiminin, neoliberal politikaların yarattığı mağdurlar, işçiler, işsizler, yoksullar, kamu çalışanları, kadınlar, gençler, KHK ile atılanlar, iş cinayetlerine kurban gidenlerin yakınları, seçim sandığından önce alanlarda buluşacaklar

İttifakın gerçek adresi: 1 Mayıs

Zafer Aydın - Araştırmacı-Yazar

AKP- MHP ittifakının, “harp hiledir” sözüyle “meşruiyet” kazandırmaya çalıştığı baskın seçim ortamında Türkiye 1 Mayıs’a gidiyor. AKP Genel Başkanı ve Cumhur İttifakının adayı Recep Tayyip Erdoğan ise seçim kampanyasını, emekçilerle harp halinde olmayı sürdüreceğinin işaretini vererek yürütüyor.

Tayyip Erdoğan, 20 Nisan 2018 günü Cumhurbaşkanı sıfatıyla katıldığı Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) Olağan Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, OHAL’in ne kadar faydalı bir alet olduğunu, grev hakkını ortadan kaldırdıkları örneğini vererek anlattı. Tayyip Erdoğan işverenlere seslenirken, “Bak işte burada kısa bir süre önce Bursa'da bu tür yollara tevessül etmek isteyenler oldu. Biz nereden istifade ettik? OHAL'den. Biz oradaki yatırımcılarımızın önünü kesmek isteyenlere neyle müdahale ettik? OHAL ile... Anında hemen oradaki grevi durdurduk. Bu terörle mücadele için kullanılmış bir yoldur” dedi. Hemen ardından da işverenlere “çok vurucu” iki soru sordu: “Türkiye’deki OHAL demokrasi mücadelesini mi engelliyor? Hak ve özgürlükleri mi engelliyor?”

AKP Genel Başkanı, perdelemeye çalışmadan, inceletme, yumuşatma ihtiyacı duymadan, doğrudan ve açık açık grevi, demokrasinin gereği, çalışanların demokratik bir hakkı olarak görmediğini beyan etti. Dahası grevi “terör eylemi” olarak gördüğünü söyledi. Erdoğan, benzer içerikte bir konuşmayı 13 Temmuz 2017 tarihinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) toplantısında da yapmıştı. Tayyip Erdoğan, bunu ilk defa söylemediği gibi, burada da bırakmadı, 24 Nisan 2018 günü yapılan AKP Grup Toplantısı’nda da tekrarladı. İşin ilginç yanı, grevlerin yasaklanması OHAL’e değil, yürürlükteki 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu hükümlerine göre yapılmakta. Grev erteleme kararnamelerinin altında Cumhurbaşkanı olarak imzası olan Tayyip Erdoğan’ın bunu bilmemesi düşünülemez.

Bilmiyorsa bile “yolumuz işçi sınıfının yoludur” diye çıktığı yolda, önce işveren vekilliğine, oradan Saray’a sıçrayan hukuk danışmanının uyarmamış olması düşük ihtimal. Burada bilinçli bir tahrifat yapıldığı çok açık. Tayyip Erdoğan, bir yandan OHAL’e meşruiyet sağlamaya çalışırken bir yandan da siyasal yönelimi içinde dost ve düşman kuvvetler tasnifi yapıyor. Kürtleri dışarıda tutacak olursak, “üst akıl”, “faiz lobisi” gibi öznesi belli olmayan “iç düşman” yaratmayı yeğleyen Tayyip Erdoğan, bu kez “OHAL”, “huzur”, “terör” ve “grev” gibi kavramlarla emekçileri hedefe yerleştiriyor. Öte yandan yerli ve yabancı sermayeye, 16 yıldır sürdürdükleri, sermaye yanlısı, neoliberal politikalarda sapma olmayacağının güvencesini veriyor. Endişe etmeyin, işçilerin grev yaparak, sizin zenginliğinizden haklarına düşeni istemelerine izin vermedik, vermeyiz diye adrese teslim mektup yazıp, seçimlerde ulusal ve uluslararası sermayenin desteğini almayı hedefliyor.

AKP, adım adım otoriter tek adam rejimini kurumsallaştırıp, toplumsal yaşamın her alanını dinin esaslarına göre dizayn ederken, neoliberal politikalar elinde can simidi oldu. Sermayenin İslamcı bir partiye karşı taşıdığı tedirginliği, “grev yasakları”, “taşeronlaştırma”, “özelleştirme” politikalarını sahiplenerek giderdi. Soldan gelip, liberalizmde karar kılan kimi aydınların desteğini almasında “demokrasi” vaadi kadar, piyasacı politika tercihleri de etkili oldu. İktidar sağlığı, sosyal güvenliği piyasalaştırırken, çalışma yaşamını kuralsızlaştırırken ana muhalefet partisinin piyasacı politikalarla arasına mesafe koyamaması, AKP’nin önünü açtı. Sendikaların zorla veya gönüllü olarak iktidara biat etmesi de uygulanan politikaların başarı şansını arttırdı. Sonuçta, AKP, yerleşik zenginleri koruyan ve kendi zenginlerini yaratan ekonomik politika uygulamalarını, kayda değer bir direnişle karşılaşmadan gerçekleştirdi.

AKP’nin politika tercihi, yukarıdakiler-aşağıdakiler, zenginler-yoksullar arasındaki makası biraz daha açtı. Adaletsizliğin artması, eşitsizliğin büyümesi, haksızlıkların çoğalması, hoşnutsuzluğun yükselmesini, sınıfsal kutuplaşmayı daha da belirginleştirdi. Ne var ki bu kutuplaşma Tayyip Erdoğan tarafından imal edilen “biz ve ötekiler”, “hainler ve vatanseverler” kutuplaşmasının gölgesinde kaldı. Bu kutuplaşma ile Erdoğan ezenle, ezilen, emekle sermaye arasındaki sahici kutuplaşmayı, esas çatışma alanını gizlemeyi başardı. Elbette devlet imkânlarıyla temin edilen lüks, şatafatlı hayatları da…

Bu seçimlerde Saadet Partisi’nin Cumhur İttifakı’nın içinde yer almaması, 1 Kasım seçimlerinde ve 16 Nisan referandumunda işleyen “biz ve onlar” kutuplaşmasına oynama imkânını büyük oranda ortadan kaldırmış bulunuyor. Dolayısıyla bu seçimlerde AKP, -inandırıcılığı olmasa bile- demokrasi vaadi ve sermaye yanlısı politikaların süreceği güvencesi üzerinden oylara talip olacak. Tayyip Erdoğan karşısında restorasyon arayışının da aynı eksen üzerinden hareket edeceği anlaşılıyor. Abdullah Gül’ün adaylığı lafı dolaşıma girer girmez, liberallerin etten önce çömleğe düşmesi de bunun göstergesi. Siyasal parti olmaktan çıkıp, bir suç örgütü niteliğine bürünen AKP’nin cürüm ortağı Abdullah Gül ve benzeri isimlerin desteklenmesi devri sabık ihtimalini ortadan kaldıracağı gibi, neoliberal politikaların da devamı anlamına gelecektir.

Seçimlerde, tek adam rejimine karşı demokrasi, adaletsizliğe karşı hukuk, toplumsal yaşamın dinin esaslarına göre düzenlenmesi karşısında laiklik vaadiyle ortaya çıkmak gerekli ama yeterli değil. Neoliberal politikaları reddetmeden, yol açtığı tahribatları ortadan kaldırma vaadini ve programını ilan etmeden yürünemez. Sağlığı ve eğitimi parasız, kamusal hizmet haline dönüştürme, çalışma yaşamını güvenceli hale getirme, taşeronu yasaklama, asgari ücreti yeter ücret seviyesine yükseltme, iş güvencesini sağlama, grev ve sendika hakkının önünü açma, özelleştirilen işletmeleri kamulaştırma perspektifi olmadan elde edilecek sonuç, Türkiye’yi Tayyip Erdoğan’dan kurtarabilir ama yol açtığı tahribatlardan kurtaramaz.

Bu açıdan bakıldığında, 1 Mayıs’ın seçimlerin arifesine rastlaması bir imkan olarak duruyor. Tek adam rejiminin, neoliberal politikaların yarattığı mağdurlar, işçiler, işsizler, yoksullar, kamu çalışanları, kadınlar, gençler, KHK ile atılanlar, iş cinayetlerine kurban gidenlerin yakınları, seçim sandığından önce alanlarda buluşacaklar. Emekçiler, politik, sosyoekonomik taleplerini gündeme getirirken “Biz de buradayız” diyecekler. Neoliberal politikaları savunan, grev hakkını ortadan kaldıranlara “oy yok” diye bayrak açacaklar. 1 Mayıs’ta açılan bayrak emekçilerin ittifakının gerçek adresi olacaktır.