Devlet sermayeden daha fazla istihdam yaratmasını istemektedir. Peki ama ya sermaye iyi niyetli değil ise? Hiçbir yükümlülükleri yoktur ki. Peki ya Sıtkılar ne olacak? Bu yeni iktisadi ve toplumsal rasyonalite haksızlığa uğrayan işçiyi örgütlü mücadele yerine faks çekmeye itmektedir. Ancak çözüm faks çekmekte ya da hamiline kartlarda değil, örgütlü mücadelededir

İyi günlere inanıyorsan yaşamak güzel şey: Yalnızlaştırılan işçiler ve devletin “baba” rolü

Serdal Bahçe - Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü Öğretim Üyesi

Adı Thích Quang Duc idi, Vietnamlı bir Budist keşişti. Amerikan emperyalizminin kucağında oturan Güney Vietnam rejiminin Budistlere yönelik baskısını protesto etmek için Saygon’un ortasında kendini yaktı. Vietnam’ın kuzeyinin komünistlerin eline geçmesinden sonra Amerikan emperyalizmi güneyde kral Bao Dai’yi devre dışında bıraktı ve yerine Katolik Diem’in diktatörlüğü altında paravan bağımlı bir rejim kurdu.

Katolik Diem Budistlere yoğun bir baskı uyguladı. 11 Haziran 1963’de keşiş Quang Duc ve iki keşiş arkadaşı başkanlık sarayının hemen yakınlarında iki işlek caddenin kesişiminde bir arabadan indiler. İndikleri yer Budist keşişlerle kuşatılmış durumdaydı. Quang Duc yere oturdu, onunla birlikte gelen keşişlerden biri benzini Quang Duc’un üstüne boca etti. Quang Duc bilindik bir Budist duaya başlayarak kibriti çaktı. Alevler bir örtü gibi örttü üstünü. Orada bulunan fotoğrafçı Malcolm Browne deklanşöre asıldı, hem de yüzyılın en etkili fotoğraflarından birini çektiğini bilmeden. Alevler etini kızartırken Quang Duc hala duaya devam etmekte, onu bir çember gibi saran diğer Budist keşişler de hem duaya eşlik etmekte hem de kendini yakan yoldaşlarının önünde eğilmekteydiler. Kuşkusuz 20. Yüzyıl’ın en etkili karelerinden biri ortaya çıtı. Fotoğraf tüm dünyaya Güney Vietnam rejiminin baskıcı ve sömürgeci yüzünü gösterir nitelikteydi.

Devir başka bir devirdi herhalde; Vietnam Savaşı aleyhine patlak veren protestolarda bu fotoğraf nerdeyse bir slogan gibi kullanıldı. Amerikan emperyalizmine en çok destek veren yayın organları bile fotoğrafı yayınlamak zorunda kaldılar.

Kendini bilerek ve isteyerek yakma eylemi aslında form olarak birkaç amaca birden hizmet etmekteydi ve Quang Duc kendini feda ederek bunu kanıtladı. Öncelikle insanın kendi bedenini ve yaşamsallığını ortadan kaldırmaya karar verdiği diğer eylem türlerine göre daha kamusal bir eylemdir. Bu anlamda arkada yatan dert, sorun daha toplumsaldır. İkincisi bireysel intihar mahrem bir eylemken kendini yakarak bir şeyleri ifşa etme eylemi yaşamdan yapılan fedakârlığı görünür hale getirme amacındadır. Üçüncüsü yanan bir beden olsa da ortada bir yangın vardır ve dışarıdan müdahale şansını azaltmaktadır. Bu anlamda oldukça sembolik, ancak bir o kadar da insanlık dışıdır. Herkesin gözü önünde olmaktadır ve kamusaldır; yanan bir bedendir ve bireyseldir. Sorun bireyin kendini herkesin gözlerinin önünde yakmaya itecek kadar yakıcı toplumsallığa ve yaşamdan ve bedenden vazgeçmeye itecek kadar bireyselliğe sahiptir.

Adı Sıtkı Aydın idi, inşaat işçisiydi. Onun hikâyesi 2013 yılında başladı. Anlı şanlı rezidanslar yapan anlı şanlı bir inşaat şirketinin Ankara Oran’da yaptığı başka bir anlı şanlı rezidansın inşaatında çalışmaktaydı. Kendi ifadesiyle inşaatın 3. katından düştü ve sakatlandı. Bir süre hastanede tedavi gördü. Bu sonuca yol açan onun bireysel şanssızlığı ya da dikkatsizliği miydi acaba? O öyle algılansa da öyle değildi. Bireysel kurban Sıtkı, Türkiye inşaat sektöründe çalışan sınıf yoldaşlarının pek çoğunun aslında hem güvencesiz hem de iş güvenliği şartları olamadan çalıştıklarını bilmektedir.

Örneğin SGK verilerine göre sadece 2013 yılı içinde inşaat sektöründe 27 bin civarında iş kazası olmuştur ve bu kazalarda 521 kişi hayatını kaybetmiştir. Oysa 2011 ve 2012 yıllarında kaza sayısı 8 bin ve 9 bin civarındadır.

Türkiye son yıllarda “iş kazaları cehennemi” haline gelmiştir. Özellikle maliyet kısma adına sürekli olarak iş güvenliği maliyetlerinin kısılması bu sonucu yaratan temel etmendir. Bu konudaki kamusal denetim ve kontrol mekanizması ise nerdeyse işlevsizleştirilmiştir. Hatta daha da tehlikeli bir gelişmeyle iş güvenliği ve kontrol sürecinin kendisi “özelleştirilmiş”tir. Böylece işçi sınıfının iş güvenliğinin kontrolünün kendisi bile kârlı bir iş alanı olup çıkmıştır. Kapitalizmin sermayeleştirebilme kapasitesinin herhangi bir sınırı var mıdır acaba?
iyi-gunlere-inaniyorsan-yasamak-guzel-sey-yalnizlastirilan-isciler-ve-devletin-baba-rolu-426091-1.
Ankara’da, maddi sıkıntılar nedeniyle TBMM önünde kendini yakan inşaat işçisi Sıtkı Aydın’ı, Ankara Valisi Ercan Topaca ve Başbakanlık yetkilileri, tedavi gördüğü hastanede ziyaret etmişti

Sıtkı 3 ay hastanede yattığını belirtmiştir. Verdiği mülakatlardan güvencesiz çalıştığını anladığımız Sıtkı, şirket yetkililerinin kendisini yalnız bırakmayacaklarına dair sözler verdiklerini de eklemiştir. Hastaneden çıktıktan sonra şirketin muhasebecisi arayıp bankaya onun için para yatırdıklarını iletmiştir. Sıtkı bankaya yatırılan paranın ise 300 TL olduğunu ifade etmiştir. Koskoca 300 TL! Oysa 2013 yılında devede kulak asgari ücret bile aylık 790 TL civarındaydı. 7 kırık kaburga ve 6 ay çalışmamanın bedeli bir asgari ücret etmezmiş demek ki. Sıtkı’nın yapımında çalıştığı anlı şanlı rezidanslarda bir dairenin fiyatı mı? Bir kaynağa göre onun sakatlandığı yıl daire başına fiyat 223 bin ile 2 milyon arasında değişmekteydi. En küçük daire kaç Sıtkı etmekteydi acaba? Türkiye’de son yıllarda büyümenin motoru olarak gösterilen, devlet ve TOKİ’nin sürekli besleyerek semirttiği inşaat sektörünün ahval ve şeraiti bu minvaldedir; yüksek emek sömürüsü, güvencesiz çalıştırma; iş güvenliği mi; hak getire… Sıtkı ayrıca sermayeden destek ve sadaka beklenilmemesi gerektiğini öğrenme sürecine girmiştir. İşçi sınıfı sadaka ve destek beklemez; hakkını alır.

Adaleti aramak bedava değildir
Neyse hikâyemize devam edelim. Sıtkı anlaşılan bunu onuruna yedirememiş olacak ki dava açmaya karar vermiş. Ancak Sıtkı Türkiye’nin sınıfsal haritasında mülksüz emekçiler bölgesindedir. Diğer taraftan adalet, mülksüzlüğün değil, mülkün (devletin) temelidir. Peki ya mülksüzler? Sıtkı kıt olanaklarıyla avukat tutmak zorunda kaldığını belirtmiştir. Dava anlaşılan beş yıldır sürmektedir. Adaleti aramak bedava bir macera değildir. Sıtkı borçlanmıştır. Üstelik borçlarını da ödeyemez hale gelmiştir. Kapitalizm yıllarca ekonomik olarak eşit olmayanların en azından yasa ve anayasa önünde eşit olduklarını vaaz etti durdu. Şimdi Sıtkı gibileri bunun bir tür halüsinasyon olduğunu yaşayarak öğrenmekteler. Sıtkı anlı şanlı koca şirkete dava açmıştır. O davayı açabilmek ve sadece bir avukat tutabilmek için borçlanmıştır. Oysa anlı şanlı şirketin mutlaka avukatlar ordusu vardır. Ortadaki asimetrik bir mücadeledir. Dava beş yıldır sürmektedir. Allah muhafaza, ya tersi olsaydı? Ya anlı şanlı koca şirket Sıtkı’yı dava etseydi?

Bireysel olduğu düşünülen trajedi aslında toplumsaldır ve kendini yakan yalnız değildir. Pek çok veriye göre Türkiye işçi sınıfının büyük bir bölümü borçludur. Sorun ayağını yorganına göre uzatmayanların pervasızlıkları sorunu değildir; yorgan çok ama çok kısadır…1980’lerin başından beri uygulanan sermaye yanlısı siyasalar emekçinin ücretlerinin baskılanmasına yol açmışlardır. Ancak bu süre zarfında emekçi hanelerin tüketim kalıpları da yeni ihtiyaçlarla ve özelleştirme melanetinin zorunlu hale getirdiği paralı eğitim ve sağlık uygulamalarıyla genişlemiştir. Düşük ücret, artan tüketim masrafları kıskacı emekçileri kaçınılmaz bir borç sarmalının içine sürüklemektedir. Sermayenin canına minnet; en uyumlu işçi sınıfı borçlu işçi sınıfıdır.

Borcu ödeyememe tehlikesi yakıcı hale gelmiştir. Sıtkı da bundan dertlidir. Sıtkı dertlerinin hiçbirinde yalnız değildir. Girdiği bunalımdan çıkışı devlet ve hükümet büyüklerinin kapısını çalmakta bulmuştur. Cumhurbaşkanlığı makamına defalarca faks çekmiş, bulabildiği her devlet büyüğüne derdini anlatmıştır; ama nafile. Galiba siyaset bilimciler paternalist devlet anlayışı olarak adlandırıyorlar, siz “devlet baba” diye anlayın. Yeni liberalizmin son teranesidir. Çalışan sınıfların öz örgütlenmelerini bertaraf edip, onları sarmalayan tüm korunakları ortadan kaldırıp ekonomik kaderlerini vahşi sermaye birikiminin inisiyatifine terk eden kapitalist devlet ceberut bir “baba” görüntüsüyle ortaya çıkmaktadır. Artık yasal haklar, yasal mevziler yoktur, devlet babanın kişiselleşmiş görünümlerinin inayeti vardır. Toplumsal ya da bireysel sorunlar yasal veya toplumsal mücadele aracılığıyla değil, devlet babanın vicdanına seslenerek çözülecektir. Ancak bu sesleniş mutlaka muhatap bulacak demek değildir. Yasal veya anayasal yükümlülüklerin ortadan kalktığı çağda devlet babanın asil temsilcileri ister kulak verirler, istemezlerse vermezler (nitekim hikâyemizde vermemiş gibi görünüyorlar). Kulak verdiklerinde bu bir lütuftur, şükran duymak gerekecektir. Böylece bireyler beklentilerini toplumsal olandan bireysel olana doğru çekmek ve iyi niyete güvenmek zorundadırlar. Bu artık kişiselleşmiş devlet yönetiminin doğal soncudur. Devletin sermaye karşısındaki tutumu bile bu anlamda yasal veya anayasal yükümlülüklerden kurtulmuş ve ahbaplar arası ilişkiye dönmüştür. İşverene seslenen devlet artık adıyla seslenmektedir. Kendi iyi niyetini ondan da bekleyen acayip bir siyasal organizasyon çıkmıştır ortaya. Örneğin, bu devlet artık, kriz karşısında sermayeden alacağı vergiyi düşürdüğünde sermayedarın da sattığı malın fiyatını düşürerek iyi niyetini göstermesini beklediğini ilan etmektedir (ancak sermayedar sattığı malın fiyatını düşürmemiş ve vergi indiriminden kaynaklanan farkı cebine atmıştır; ama olsun). Sermaye birikiminin niyetleri yoktur, eğilimleri vardır. Bu nedenle olsa gerek tarihsel olarak kapitalist devlet sermaye ile kurduğu toplumsal ve kurumsal ilişkiyi yasalar eliyle düzenlerdi eskiden. Şimdi ise devlet sermayenin iyi niyetine güvendiğini ifade edecek kadar sermaye yanlısıdır.

Devlet sermayeden daha fazla istihdam yaratmasını istemekte ve işçilerine iyi davranmasını beklemektedir. Peki ama ya sermaye iyi niyetli değil ise? Hiçbir yükümlülükleri yoktur ki. Peki ya Sıtkılar ne olacak? Bu yeni iktisadi ve toplumsal rasyonalite haksızlığa uğrayan işçiyi örgütlü mücadele yerine faks çekmeye itmektedir. Ancak çözüm faks çekmekte ya da hamiline kartlarda değil, örgütlü mücadelededir.

Sonunda sesini duyurmak için kendini yakmaya karar vermiştir; hem de TBMM’nin önünde. Ancak o kendini yakarken oldukça yalnızdır; Quang Duc’a ise hem keşiş arkadaşları hem de görsel medya eşlik etmekteydi. Zaman çok değişmiş galiba. Hükümet yanlısı basın onu provokatörlükle suçladı. Öyle ya, her şey iyi giderken bu da nereden çıktı? Tekrarında yarar var; herhangi bir insanın kendi bedeni ve yaşamsallığına zarar vererek sesini duyurmak istemesi veya hakkını almaya çalışması oldukça gayrı insani bir tutumdur. Yaşamak ise tüm engellere inat en büyük direniştir.