"Kötünün iyisi" diye bir şey gerçekten var mı? Bizim dışımızda, bizden bağımsız bir kötünün iyisi, ne kadar sahici? Sadece karşıtı olduğum, paylaşmadığım siyaset tarzı değil...

"Kötünün iyisi" diye bir şey gerçekten var mı? Bizim dışımızda, bizden bağımsız bir kötünün iyisi, ne kadar sahici?

Sadece karşıtı olduğum, paylaşmadığım siyaset tarzı değil; '1975-1980 Dönemi Hızlandırılmış Sosyalizm Kursu' öğrencilerinden birisi olarak havasını soluduğum siyasi kültür de bana, kötünün iyisini, bizzat bizim yarattığımızı söylüyor. Hayatı anlamaya, insani ilişkileri tanımaya çalışırken, iyi/ kötü, güzel/çirkin, hatta dost/düşman gibi sert ve geçirimsiz ikiliklerden ne kadar uzak kalırsak kalalım, sonunda elimiz birine gidiveriyor. Saydığım ikiliklerden birincilerine yönelen sempati, çok doğal. Esasen hayatımız, arzularımızla biçimlendire-bileceğimiz kadar kolay olsaydı, iyi, güzel ve dostu tercih etmemizin de bir karşılığı olurdu. Hayatımız, bütün spekülatif içeriğini bir kenara bırakarak söylüyorum, iyilik, güzellik ve dostlukla özetlenebilirdi.

Oysa varoluşunu, sadece ezilenleri rahatlatmaya değil, ezenlerle birlikte özgürleştirme projesine borçlu bir siyaset tarzı ise, bugün içinde bulunduğu ortamı, kötü, çirkin ve düşmanca buluyor. Öyle zaten! Ben de, (aklın yolu bir ya!) farklı sözcükler kullansam bile, sonuçta aynı tarifi yapıyorum. Ama işte; kötüler, çirkinler ve düşmanlar kendi aralarında bir sıralama içinde olduğundan, "iyi, güzel ve dost" da nasibimiz olmayınca, aralarından birini seçmek durumunda kalıyoruz. Bu köşedeki 5 Mayıs tarihli yazımda "Bu ülkede yurttaş olmanın kısa tarihi, çoğu zaman siyahla simsiyah arasında sıkışmaktır. Beyazla koyu beyaz arasına, ya da" derken anlatmaya çalıştığım, böyle şeydi.

Simsiyahın karşısında siyahı tercih edişimiz, bir sorun tabii ki. Ama "daha kötüsü", bu tercihimizi, üzerinde durmaya değmez bulmamız. Çoğu zaman "Bundan doğal ne olabilir ki", deyip geçiştiriyoruz. Bazen daha çok, savunma içgüdüsüyle, "Başka ne yapabilirdim ki" benzeri bir cümle kuruyoruz.

Siyahın, bizi yanına simsiyahla korkutarak çekmesi, bir "vak'a"dır mutlaka. "Kötünün iyisi"ne giderken, tabii ki bu korku taşlarıyla döşenmiş yollardan geçiyoruz. Hayatımız hakkında "iyi" planlar yapan toplumsal harita mühendisleri, mülkiyet duygularımızı kaşıyarak "güvenli ve huzurlu" bir gelecek vaat ediyorlar bize: Onların gösterdikleri, hatta götürdükleri yoldan gitmek kaydıyla. Benim dediğim yoldan gideceksin.

Hayatı ve insani ilişkileri kendi bekaları üzerinden tarifeden bütün zorbaların elinde, birkaç değişik versiyonuna rağmen, iki etiket var. Dost ya da düşman etiketi. Dostum ol, senin güvenliğini sağlayacağım, ama bana özgürlükten bahsetme. Dostum değilsen zaten düşmanımsın, özgürlüğün zaten olmayacak. Bu, faşizmin sesidir.

Gel gör ki biz, bu "nasihat" veya "ikaz"a gerek kalmadan, bu sesi duymadan yapmış oluyoruz yapacağımızı.

Şöyle: bizim kötünün iyisi diye bir derdimiz yok. Sonuç olarak ne kadar isabetli bir seçim yaptığımıza, yine kendimizi inandırma çabamız var. Seçtiğimiz kötüye "iyisi" demek, bir ustalık değil zaten. Çevremiz, daha biz buna inanmadan bizi alkışlayarak ruhunu kurtaran bir çok eş-dostla dolu.

Bizim derdimiz, kaybetme korkumuz. Evimiz, arabamız, gibi sıradan maddi varlıklar değil bunlar. Sonuçta yine belki maddi değerlerle ölçüye gelebilen, ama onunla ifade edilmesi imkansız varlığımız: Küçük iktidarımız. "Ya malını ya ırzını", demeden rızamızı veriyoruz. Korkuyla, tehditle filan değil, düpedüz "ihtiyaçtan" elden çıkarıyoruz özgürlüğümüzü; özgürlük arayışımızı.

O nedenle artık, "Bizi korkutarak hayatımızı bedbaht edenler", diye bir cümleye başlamak, Nuri Alço'nun ilaçlı gazozu kadar ikna edici benim için. Hayatımız üzerine yürütülen bu operasyonun gönüllü işbirlikçisi olmasak, bu rıza olmasa, faşizmin sesi bu kadar yanı başımızda olmazdı.

Otuz yıl önce faşizmi tanımak ne kadar kolaymış. Yanımıza sokmazmışız. En yakını dayıoğlumuz olsa, yıllarca görüşmezmişiz.

Otuz yıl sonra faşizm geçen gece, epeydir görüşemediğim çok eski karı koca arkadaşlarım kılığında bana yemeğe geldi. Hediye olarak da, balkondan asmam için orta hallice bir bayrak getirdi. Gerçek tehlikeyi benim anlayamadığımı, demokrasi özgürlük filan diye laf salatası yaptığımı söyledi. Saflıkla suçladı beni. Biraz şaka karıştırır gibi olsa da, ihanet çukurunun bu tür saflarla dolu olduğunu gözüme sokmaktan da geri kalmadı.

Biliyorum otuz yıl önceki de, şimdiki de kötü ama, biri iyisi olmalı bunlardan?

Hangisi acaba?