Kadın Yönetmenler Festivali İzmir’de başladı. Festivalin direktörlüğünü yapan Gülten Taranç ile festival hakkında konuştuk. Taranç, “Kent festivali sahiplendi. Bunun sebebi ise İzmir’in bir kadın kenti olması” dedi.

İzmir tarihindeki gibi bir kadın kenti

Yağmur Beril Varol

Yönetmen Gülten Taranç’ın direktörlüğünde Kadın Yönetmenler Derneği tarafından, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin de katkılarıyla başlayan 5. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’nde 28 ülkeden 98 film yarışacak. Kadın Yönetmenler Film Festivali’nin direktörlüğünü üstlenen Gülten Taranç ile kadın filmleri festivallerinin önemini, İzmir’i bir kadın kenti yapan ögeleri ve kadınların beyaz perdedeki temsillerini ve sektörde yaşadıkları zorlukları konuştuk.

İki yıl aradan sonra sinemaseverlerle yüz yüze buluşacak olmak sizlere ne hissettiriyor?

Uzun süredir görmediğim arkadaşlarımı, meslektaşlarımı burada ağırlamaktan çok büyük keyif duyuyorum. Biz uluslararasıyız ama butik bir festivaliz. Bir araya geldiğimizde yeni iş birlikleri doğuyor. Yeni projeler ortaya çıkıyor o nedenle bir arada olmak her zaman daha keyifli ve hepimiz için faydalı oluyor. Zaten kadın yönetmenler olarak bir araya gelmemizin amaçlarından birisi de bu.

Bu yıl festivalde yeni neler göreceğiz?

Bu yıl festivalde yeni filmler göreceğiz. 62 tane Türkiye, 51 tane de dünya prömiyerliğine ev sahipliği yapıyoruz. Yeni olan başka bir şey de yönetmenler adına uluslararası festivallerle iş birliği ve ortaklıklar kurduk. Bu da ulusal filmleri, uluslararası platformlara ulaştırmayı kolaylaştırıyor. Eko Avrupa Bağımsız Filmler Festivali, Porto Femme Uluslararası Film Festival ve Women Rights’la ortaklığımız var. Bu sayede yönetmenlere bir kod veriliyor. Bu kodla normal şartlarda yüksek meblağlar ile yapılabilen başvurular ücretsiz oluyor. Bu yılın ödülü bu. SİYAD jürimiz var bu sene. Ana jüri dışında bir de SİYAD bize jüri gönderdi. Çok değerli SİYAD üyeleri: Senem Erdine, Janet Barış ve Şenay Aydemir ulusal kategoride 2 filme SİYAD olarak ödül verecekler. Bu bizim için büyük önem arz ediyor çünkü Türkiye’de jüri gönderdikleri 5’inci festivaliz.

Festivali İzmir’de yapmanızın bir önemi var mı?

İzmir bir kadın kenti, bu tarihte de böyle. Bu kentte aslında anaerkil bir düzen devam ediyor. Amazonlar bir kere başlı başına bir tarihsel özellik, Smyrna bir kadın tanrıça ve İzmir adını buradan alıyor. Mitolojik tanrıçaların yaşadığı yer burası, çok büyük bir kültür tarihi var. O nedenle de bir kadın şehri dedim. Tarihte de çok öncü kadınların çıktığı bir şehir. Popüler kültürde de çok fazla İzmir’den sanatçılar görmek mümkün. Ben de yeni bir kuşak olarak burada mücadele etmeyi tercih ettim. Burada mesela ‘Ben bilmem hanımım bilir’ gibi söylemler çoktur. Tabii ki tek sebebi bu değil. Biz bunu İstanbul’da yapsaydık kaybolacak bir organizasyon olacaktı. İzmir’de yapıldığından buna belediye de İzmirliler de sahip çıktı. İzmir bir noktada da ateşkes şehri konumunu taşıyor. İzmir olduğu için kimse kimsenin ayağına gitmiş olmuyor. Herkes bir araya burada geliyor ve belki de bir biri ile konuşmayan ya da politik görüşü bir birinden çok farklı bütün kadınlar aynı yerde toplanabiliyor. Bu da çok güzel bir özellik aradığımız da bir şey.

Bu yılki festivalin temasını ‘sınırlar’ olarak belirlediniz. Bunun sebebi nedir ve neyi vurgulamak istediniz?

Burada sınırların zorlanması da var sınırların tanınması da sınırların aşılması da var. Aslında üçünü birden kapsıyor tema o sebepten sınırlar. İnsan kendi sınırlarını çizemediği sürece mobbinge, şiddete maruz bırakılabiliyor. Sınırlarımızı tanımak da yaşadığımız coğrafya da çok önemli. Ulusal filmleri uluslararası platformlara ulaştırdığımız için sınırları aşıyoruz diye bir slogan koyduk. Ancak seçkiye baktığımızda daha kişisel hikâyelerin ön planda olduğunu görürsünüz. Bu da aslında sınırları zorlamaktır. İnsanın en zor yaptığı şey kendini anlatmaktır çünkü. Bu anlamda da sınırları aşan bir seçkimiz var. Bu yıl 58 ülkeden 245 başvuru aldık. Bunlardan 98’i gösteriliyor.

Bu tarz festivaller kadınla sinema arasındaki bağı nasıl etkiliyor?

Bu tarz festivaller kadın yönetmenler için motive edici oluyor. Kafasında kadın teması çekmek istiyorlarsa ‘şu festivale yollayayım’ diyerek çekiyorlar. Ben de geçmişte bu tarz festivallere film göndermek için çekiyordum. Biliyordum ki orada şansım daha fazla. Bu yıllarda biraz daha gündemde bu tarz işler ama ben 2010’da başladım. Mevzu aslında alan açmak. Kameranın arkasından geldiğimiz için yönetmenlerin bir araya gelebileceği, rahat edebilecekleri, en azından bir haftalığına da olsa yalnız hissetmeyecekleri bir alan açmak. Onların sesi olmak, onların sesini duymak.

Kadınların beyaz perdedeki temsilini ve sektörde yaşadıkları zorlukları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yaşadığımız ataerkil düzenden kaynaklı kadınların her zaman bir dezavantajlı durumları oluyor. Bir yerlere gelebilmek için daha fazla gayret sarf etmeleri gerekiyor. Kadın yönetmenlerin her geçen gün sayısının artacağını umarken son beş yılda sayının düştüğünü görüyoruz. Kadın sorunlarıyla ilgili çalıştığımızda bu filmleri dağıtması da zor oluyor. Mesela ben kadın cinayetleriyle ilgili bir film çektim ve bunu destek alması için çeşitli fonlara gönderdim. Hiçbir fondan destek alamadım. Bana fon sağladıkları noktada kadın cinayetlerinin varlığını da kabul etmiş oluyorlar. Beyaz perdedeki kadın temsilini hatalı buluyorum. Genelde yönetmenlerin çektikleri filmlerde ana karakterin kadın olduğuna çok az rastlıyoruz. Kadın karakterler ya sevgili ya anne ya kız kardeş yani hep erkek karakterin tamamlayıcısı konumunda kalıyor. Kadın oyuncular bundan şikâyetçi ama onlara da marjinal bir karakterle gittiğinizde de kabul etmiyorlar. Bu da çok anlaşılabilir, korkularla büyüyoruz.