Resmi yarışma seçkisini yarıladığımız festivalde, Amerikalı usta Jim Jarmush yeni filmi “Paterson” ile herkesi büyüledi. Böylece Altın Palmiye yarışında şimdilik genel favori görünen Maren Ade’ye ciddi rakip oldu.

Bizce ilk yarıda Romen Cristi Puiu’nun “Sieranevada”sı seçkinin en iyisiydi… Jim Jarmush “Paterson”unu izleyene kadar. Festivalin gediklilerinden Jarmush bize görsel bir şiir sunuyor. Başroldeki Adam Driver’ın En İyi Erkek oyuncu ödülünün olası sahibi yapan filmde, Paterson (Driver) Laura’ya (Golshifteh Farahani) ile büyük bir sevgi ile bağlı New Jersey’nin Paterson kasabasında yaşayan şair bir otobüs şoförünü canlandırıyor. Paterson ismi filmin her yerine hakim: otobüs şoförümüzün elinden düşürmediği aynı kasabada doğan şair William Carlos Williams (1883-1963)’ın da en tanınmış şiir kitabının adı. Paterson’un tek rakibi, sevdiği kadının kıskanç köpeği Marvin’dir (Palme Dog adayı).jarmush-masali-cannes-i-buyuledi-138819-1.

Jarmush, hassas olduğu kadar ince ve mizah dolu şiirsel bir senfoni yaratmış adeta. Günlük hayatın sıradanlığını işlerken kullandığı sadelik filmin esas gücünü teşkil ediyor. Başkalarının hayatındaki çalkantılı, hareketli gündelikten eser yok bu çiftin hayatında. Tam tersine, duygu yoğun ilişkilerinin temelini oluşturan her günkü rutinler birlikteliklerinin dengesi aslında. Şoför Paterson’un şiirleri gibi: sade, somut, kısa, çoğunlukla sevdiğine duyduğu aşkı anlatan metinler. Hafif çatlak, siyah-beyaz saplantısı olan Laura da aynı sadelik ve doğallıkla seviyor kahramanımızı. Bu dengeli yalınlığı bozacak “küçük kaza” önce deprem etkisi yaratır, ama yıkıntıdan çıkışı sağlayacak şey yine şiirin ta kendisi olacaktır. Şiirin hayatımızdan giderek silindiği bir dünyada, gösterimden çıkar çıkmaz en yakın kitapçıya koşup hemen dizelerin büyülü dünyasına gömülme arzusu veriyor. Jarmush (haklı olarak) Altın Palmiye’nin en kuvvetli adaylarından biri.

Diğer Amerikalılar

Jeff Nichols’un “Loving” filmi 50’li yılların sonundan itibaren on yıllık bir süreç içinde derin Amerika’da ayrımcılık konusunu “ırklararası” bir çiftin evliliklerini yaşadıkları güney eyaletinde (Virginia) yasallaştırma mücadelesi ile ilgili. Loving çiftinin gerçek hayat hikayesinden uyarlanan film, ırkçılık ve ayrımcılığı “sevgi” ekseninde gösterip, bu konuda alıştığımız şiddet tuzağına düşmese de, yeni muhafazakar Nichols’un satır aralarında daha ruhani bir sevginin yattığını film boyunca hissettik. O denli siyasi doğruları var ki, umarız jüri tuzağa düşüp ödül vererek bize kötü bir sürpriz yapmaz…

Belli Bir Bakış’ta yarışan David Mackenzie, Nichols’a bu anlamda “Hell or High Water-Cehennem veya Yüksek Sularda” ile panzehir oluşturuyordu. Teksas eyaletinde geçen modern kovboy filminde günümüz Amerika’sının her yönü ince ve akıllı bir şekilde eleştiriliyor (ayrımcılık, önyargılar, subprime rezaleti, finansal kurumların sahtekarlıkları vs.). “Yoksulluk genetik hastalık gibidir, nesilden nesle sirayet eder” diyen başrol oyuncularından Toby, iki oğlunu bu fakirlik “hastalığından” kurtarmak için elindeki her şeyini çalan bankanın çeşitli şubelerine hapisten çıkan kardeşi ile soygun düzenler. Emekliliğine gün sayan korucu Marcus ise (şaheser bir oyun çıkartan Jeff Bridges) peşlerine düşer… Sonuçta Mackenzie son derece hafif görünen ama ahlakçılıktan tamamen arınmış bir Amerika eleştirisi gerçekleştirilmiş. Keyifle izledik!

Yarışmadaki son iki Fransız filmi

Fransa’yı yarışmada temsil eden dört filmden son ikisi Nicole Garcia’nın “Mal de Pierres-Taş Sancısı” ve Olivier Assayas’ın “Personal Shopper-Kişisel Alışveriş Uzmanı” idi. Nicole Garcia’nın Marion Cotillard’ı başrolünü oynattığı filmi hoş bir duygusal dram olabilir, ancak başarılı sinematografisine rağmen daha ziyade televizyon filmi niteliğinde. Milena Agus’un Sardinya (İtalya) adasında geçen aynı adlı romanından uyarlanan film, tutkulu bir aşk arayan nevrotik bir kadının bunu ancak hayalinde yaşayabileceğini anlamasıyla, elindeki (sevmediği kocası) ile yetinmeye karar vermesi olarak özetlenebilir. Neyse ki tutku ve aşkı gerçek hayatta yaşayabilen kadınlar da var!

Fransız sinemasının neslinin en yetenekli yönetmenlerinden Olivier Assayas, Hollywood’un yükselen yıldızı Kristen Stewart’a (Sils Maria’da sonra ikinci kez) başrolünü emanet ettiği “Personal Shopper” ile yarışmada. Assayas filmde aslında Victor Hugo’nun “Le Livre des Tables-Masalar Kitabı”kitabına gönderme yapıyor. 19. Yüzyılın ortalarında Victor Hugo, Jersey adasında 19 yıl süren sürgünü sırasında, başlangıçta çocuk yaşta boğularak ölen kızı Léopoldine ile iletişim kurmak, ardından da spiritüel bir arayışla öte tarafla ilişkilerini geliştirir ve bu deneyimini “Le Livre des Tables-Masalar Kitabı”nda yayınlar. Filmin konusuna gelince, medyum Maureen (Stewart) kısa süre önce Paris’te kaybettiği ve kendinden daha gelişmiş medyum ikiz erkek kardeşi Lewis’in ruhuyla iletişim kurmayı beklerken, isteksiz de olsa yaşam parasını çıkartmak için bir yıldızın kişisel alışveriş uzmanı olarak işe girer. Bu arada da bir cinayet az daha üzerine yıkılır. Assayas’ın iniş çıkışlı çizgisi maalesef burada düşük düzeyinde. Stewart’ın kötü oyunu anlaşılmaz bir spiritüel arayış içindeki kafası dağınık Amerikalıyla herhangi bir empati kurmamıza da engel oluyor. Bu yılın en uzun süre ve en yoğun olarak yuhalandığı film olarak 69. Festival tarihine geçecek sanırız...