Jeolojik mirası, kanal projesine kurban edenler…

Dr. Savaş Karabulut

XIII. Karaburun Kongresi’ne konuşmacı olarak katılmış ve “Mühendislik Projeleri kime hizmet ediyor: Akademi işin neresinde duruyor?” konu başlıklı bir konuşma yapmıştım. Tebliğde özellikle bir mühendislik projesinin hayata geçirilmesinde bilim insanlarının konuya yaklaşımı, proje konusu üzerinde öngörüsü ve projenin sadece teknik kısmıyla ilgilenmemesi gerektiğini vurgulamıştım. Bir mühendislik projesinin doğaya, insanlığa ve ekolojiye olan etkisinin beraberinde düşünülmesi gerektiği konusu üzerinde de durmuştur. Aynı oturumda konuşma yapan Dr. Levent Dölek ise konuşmasında üniversitelerin piyasa koşullarına göre şekillendiği, akademik kurum olan üniversitelerin sermaye projelerine nasıl entegre olduğu konusu üzerinde durmuştu. Bu ilişkiyi ise özellikle belli üniversitelerin (Koç, Sabancı, Boğaziçi, Gebze Yüksek Teknoloji ve İTÜ vb.) piyasanın (toplumun değil) ihtiyaçlarını karşılamada ne kadar özverili ve cömert davrandıklarını sayısal verilerle bizlere sunmuştu. Bir temel bilim hocası Biyolog Doç. Dr. Mehmet Bona ise konuşmasında patent işinin temel bilimlerde mümkün olmadığını, “yerçekimi kanununa patent verilseydi, başımıza neler gelebilirdi?” cevabıyla yanıt vermişti.

İSTANBUL BİR JEOLOJİK MİRASTIR VE KORUNMALIDIR

Üniversite-sanayi işbirliği olarak adlandırılan aslında piyasanın ihtiyaçlarını bilimsel verilerle giderme ve piyasanın “verilen ücrete mukabil istediği cevapları temin etme, üretme süreci“ aslında bu metni yazmama neden oldu. Akademi işin neresinde duruyor? sorusuna genel anlamıyla akademinin nerede durduğunu bizlere gösterecek örneklerle anlatacağım. Yani bilimsel akademik bilgiyi üretme sürecinin aşamalarından geçmemiş ve ortaya “tez olmayacak bir kanal projesini” bugünlerde başka bir cepheden “anti-tez” ile cevap vermemizin nedeni, sadece projenin bir ihtiyacın gerekliliğinden mi kaynaklandığını, bilimsel bilgilerin nasıl “sabunlanabileceğini”, “milyonlarca yıllık bir jeodinamik süreçle günümüzdeki halini almış bir İstanbul kentini jeolojik miras” olarak düşünen bir Jeofizik Mühendisi olarak, mirasa sahip çıkmanın ve korumanın da bir o kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Bir jeoloji mühendisinin çıkıp, “bu projeye karşı çıkmıyorum, bir ihtiyaç nedeniyle gereklidir” söyleminde bulunup, hatta süreci yerin jeodinamik geçmişine de atfederek, “10-11 milyon yıl önce zaten bu bölge bir kanaldı” söylemini dillendirmesi kadar utanç verici bir “çözüm üretme süreci” düşünemiyorum.

PROFESÖRLER NEDEN İHANET EDİYOR?

İstanbul aynı zamanda bir jeoloji profesörü için “jeolojik bir miras” değilse nedir? Kanalın bir ihtiyaç olduğunu ortaya atan jeoloji profesörü bu savı ortaya atarken, “yıllarca ekmeğini yediği o kayaçların nasıl oluştuğunu izah etmek için onlarca bilim insanının ‘alınteri ve emeği’ olduğunu ve ‘tarihsel bir jeolojik yapıya” sahip çıkmanın önemli olduğunu unutmuş ve yediği ekmeğe ve ülkeye ihanet etmiştir,’ diyebiliriz. Tabii sadece kendisi değil, başka bir Jeoloji profesörünün “Kanal İstanbul Gerçekleri” konusu hakkında vermiş olduğu mülakatta “mühendislik olarak İstanbul kanalı projesinin mümkün olduğunu” belirtmiş ancak genel olarak projenin “milli güvenlik endişesiyle” karşı olunması gerektiğini ve başka öncelikler olduğunu belirtmiştir. Ortada bir jeolojik miras koruma düşüncesi yine yoktur. Bir diğeri ise “projenin desteklenebilir yanları olduğunu, ancak geniş çerçeveden olumsuz olduğunu belirtmiş” genel itibariyle projeye karşı çıksa da “Terkos Gölü ve yeraltı suyu kaynaklarına deniz suyu karışacağı görüşünü ise biraz abartılı buluyorum” demiştir. Olumlu bir düşüncenin bile ortaya konulmaması gereken bir projeye en ufak bir ışık yakmak, ihanet değil de nedir? Ancak yapılan bilimsel çalışmalardan birini, 26 Aralık 2019 tarihinde Odatv’ye yazmış olduğum makalede, “Terkos havzasına tuzlu su zaten karıştı” başlığı altında, tuzluluğun başladığı ve kil merceklerinin bölgedeki tuzlu su girişimine engel gören bir bariyer olduğunu, patlamalar ve kazılarla bu doğal jeolojik yapının zarar göreceğini ve tuzluluğun her alana yayılacağını da beraberinde düşünmek gerektiği üzerinde durmuştum.

İstanbul bir Jeolojik mirastır. Bugün yerbilimcilerin ekmeğini yediği, bu jeolojik yapıya zarar veren, yıkan, bozan bir tez olmayacak projeye “sözde bilimsel çözümler” üretecek aymazlığa ulaşmaları ise tam da Karaburun Kongresi’nde tartıştığımız, “akademi bu mühendislik projelerinin hazırlanmasında kime hizmet ediyor?” sorusuna da nasıl cevap verildiğini ortaya koymaktadır. Bir bilim insanının, piyasanın ihtiyaçlarını karşılamak için değil, jeolojik bir miras olan İstanbul’u her ne sebep olursa olsun koruması ve yediği ekmeğe ihanet etmemesi gerekmektedir. Yoksa o profesöre bir aydın gözüyle de bakılmaz; memleketini, mirasını korumayan ve bedeliyle bilgisini satan bir tüccar demek, yanlış olmayacaktır.

Bir diğer husus ise İTÜ rektörlüğünün kamuoyunda Çorlu Tren Katliamı’na görüş bildirecek bilirkişilerin üniversitenin “Raylı Sistemler programı konusunda uzman olan profesörleri olduğu halde” rektörü tarafından görevlendirilmediği iddiaları üzerine konuşmak gerekiyor. O projelerin güzergâh etütlerine imza atan ve o projenin ÇED raporunda bulunan koca profesörlerin, ÇED raporuna olumlu görüş verdikleri için hayatını kaybedenlere ve ailelerine vereceği bir hesap vardır. Ayrıca bugün Çorlu tren kazasına bilirkişi atamayan üniversite yönetimi, çıkıp İstanbul 1/100000 ölçekli Çevre Düzeni planına “su yolu projesine yönelik araştırmalar” başlığı altında (Ulaştırma ABD, Denizcilik ABD, Jeoloji ve Hidrojeoloji ABD ve Su kaynakları ve Çevre Bilimdalı) öğretim üyelerine çekinmeden görüş bildirmesini ise aynı şekilde piyasanın ihtiyaçlarını karşılamada, bir bedel karşılığında veya atanmışlığın verdiği güçsüzlükle bilgiyi çekinmeden “olumlu” olarak sunacağını da örneklemektedir. Yani sözün eri ve örnekler göstermektedir ki; üniversiteleri Bologna süreci ve GATS ile özelleştirenler, bazı hocalarını da bedeniyle satın alabilecek piyasa koşullarını sağlamıştır. Parayı veren düdüğü çalar!

AFAD, BİLİMSEL İHTİYACIMI KARŞILIYOR?

1/100000’lik planlarda zemin durumuna göre depremsellik başlığı altında verilen verilere AFAD’ın neden itiraz etmediği de bir diğer tartışma konusudur. 26 Aralık 2019 tarihinde AFAD tarafından yapılan açıklamada, deprem ve kanal arasında aktif faylar olmadığı ve hatta bir ilişki de olmadığı belirtilmiştir. Bu duruma ODAtv’ye yazmış olduğum bir derleme makale ile cevap vermiştim. Ancak kurumun açıklamasında belirttiği yeni Türkiye Bina yönetmeliğine göre “derece ve bölge” kavramlarının kalmadığını belirttiği halde, bugün planlarda zemin durumuna göre depremsellik başlığı altında bölge ve derece kavramlarını kullanmaya devam eden kurumun (üniversitenin), doğru iş yapmadığını belirtmemiştir. Bu neden önemlidir derseniz, ivme değerleri dediğimiz yapının depremi zemin koşullarına göre hissetme derecesini “daha az” hissedeceği kabulünü ifade etmesidir. Çünkü normal değerlere göre bu bölgedeki ivme değerleri “daha yüksek” olarak alınmalı ve yapılarımız bu duruma göre tasarlanması gerekmektedir. Yani bu asla bir bilimsel bilgiyle kabul edilemez. Yine “akademi kime hizmet ediyor?” sorusunu sorma gereğini düşündürtüyor.

Bakın İTÜ Ulaştırma ABD öğretim üyelerinden birilerinin sunduğu görüşte (kabul edilen 1/100000 ölçekli çevre düzeni planı); “Küçükçekmece-Durusu bölgesinin uygun topoğrafik koşullara sahip olması ve –Küçükçekmece Gölünün kente su temini açısından kullanılmıyor olması bakımından” daha uygun olduğu görüşü verilmiş. O ulaştırma ABD, çorlu tren kazasında tarafsız kalmış, bugün Çekmece’nin kullanılmadığını rahatlıkla söylediği halde, Durusu, Sazlıdere’nin İstanbul için ne kadar büyük su kaynakları ve doğal miraslar olduğunu söylemeye çekinen bir kurum olarak tarihteki yerini aldığını söylemek, bu konuda zaruriyet teşkil etmektedir.

AKADEMİ KİME HİZMET EDİYOR?

Sözün kısası, üniversitelerin içinde bulunduğu durum tam da piyasaya entegre olmuş ve gerek siyasal iktidarın şemsiyesi altında, gerekse ücreti mukabil her rapor hazırlanır ve gerekli onay verilir, demenin de mekânı ve odağı olmuştur. Bu durum bilime ihanettir.