Gücü ele geçiren faşizm, alt orta sınıf içerisinde arta kalan tüm radikal eğilimleri zapt etmeye yönelirken bir yandan da bu toplamı ulusalcı-ırkçı çizgide mobilize eder. Bütün bunlar, sol içinde bile unutulmuş durumda ve on yıllardır süren liberal anlatının sonucu olarak faşizm sağ kanat ırkçılığı diye hafifletilmiş, bu şekilde de yapısal gerçekliği ve tehlikenin gerçek boyutu, sadece idealist ya da ideolojik açılardan görülemeyecek şekilde saklanan bir hale getirildi

John Bellamy Foster BirGün Pazar'a konuştu: Neo-faşizmler dönemindeyiz!

Pınar Yüksek
Yusuf Tuna Koç

Monthly Review dergisinin editörü John Bellamy Foster ile dünyada ve Türkiye’de yaşanan ekonomik krizleri, bununla beraber gelişen faşizmi, bunlara karşı gerçekleşen mücadeleleri konuştuk.

► ABD’den başlayarak yayılan krizin 10.yılındayız. 10 yıl sonra bugün krizin sonuçlarını nasıl özetlersiniz?
Büyük finans krizi, ABD’de 2007’de başladıktan sonra, Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın batışı ile bir dönüm noktasına gelerek tüm dünyaya yayıldı. Ekonomik durağanlığın derinleşmesi ve ekonominin bu durağanlığa karşı finansallaşarak yapısal bir tepki vermesi, ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde on yıllardır olan bir süreçti -Harry Magdoff ve Paul M. Sweezy’nin 1980’de çıkan ünlü “Durağanlık ve Finansal İnfilak” kitabında tarif ettikleri gibi. Ancak bu sürecin tüm boyutları ve sonuçları 2008’e kadar fark edilememişti. Bu, benim Fred Magdoff ile yazdığım “Büyük Finans Krizi” (2009) ve Robert W. McChesney ile yazdığım “Sonsuz Kriz” (2012) kitaplarımda işaret ettiğim bir sorun. Tekelci finans kapital içerisindeki birikimin problemleri, dünya ekonomisinde giderek büyüyen tekelleşme, ekonomik durağanlık ve finansallaşmanın son on yılda geldiği noktada anlaşılır oldu.


Bütün bunlarla beraber katlanarak artan bir başka unsur ise dünya bütününde düşük ücretli çalışan yoğunluğu olan küresel Güney’deki endüstriyel istihdamın payının artışını ve çok uluslu sermayenin ve uluslararası finans kapitalin yarattığı artı değere de el koymayı kapsayan yeni ekonomik emperyalizm. Bugün gördüğümüz tablo, dünya çapında endüstriyel istihdamın ve proleterleşmenin en yüksek sınırına ulaştığı noktada, sistemin merkezinde birikmiş dev bir sermaye birikimi, aynı zamanda teknolojik ve askeri gücü de kontrol eden dünya finans merkezleri ve ticaret kanunları.

Bugünün ABD’si ve dünya ekonomisi, büyük finans krizinin sebep olduğu uzun ve ağırkanlı bir iyileşme sürecinin sonuna geldi. ABD’de ve dünyanın geri kalanında ekonomi iş ticaret konusunda zirveyi gördü. Ancak bu sonuç, bitmek bilmeyen bir dönüşümün sonucu olarak ortaya çıktı. Sistemin merkezindeki büyüme oranları düşük kaldı, genel manada da tarihsel ortalamanın altında, tüm bu iyileşmeye rağmen. Amerikan ekonomisi yüzde üç civarında bir ortalama büyüme oranıyla giderken, Avrupa Birliğinde ise oran hala yüzde iki. Bu durum da sermaye düzeninin hala sağlıklı çalışmadığına işaret ediyor. Daha da ötesi, refah ve gücü sağlayan merkezdeki kapitalist varlıklar, durgun baskın üretim ve birikim süreçlerinde bile emperyalist finansal pozisyonlarına bağımlı durumdalar. Küresel eşitsizlik ise, iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insanın dünyadaki zenginliğin yarısına sahip olmasıyla rekor seviyelere ulaştı.

Küresel borçlanma çok ciddi yükselişte. Uluslararası Finans Enstitüsünün (UFE) bu yıl yayınlanan raporuna göre, küresel borç oranı 247 trilyon dolara, bir başka deyişle, gayri safi küresel hasılanın yüzde 318’ine çıktı. Düşük faiz oranlarının da etkisiyle büyük finans krizinin dünya borcu geçtiğimiz on yılda yüzde kırk yükseldi.

Bütün bunların, maalesef yerleşik sonuçları oldu. Stok pazarları, gecikmeler görünür durumda, son seviyesine gelen bir panik durumu da yüzeye çıktı. Şu an, ticarette de ani bir düşüş bekleniyor. ABD’de faiz oranları 2006-07’yi taklit edercesine tekrar yükselişe geçti. Merkez Bankası, finansal erimeye girmeden, işten çıkarmalar, ücretlerde azalma ve düşük enflasyon beklentisi ile ekonomide kontrollü bir düşüş sağlamaya çalışıyor.

john-bellamy-foster-birgun-pazar-a-konustu-neo-fasizmler-donemindeyiz-525254-1.


UFE ise bu sırada borcunu ödeyemeyeceği düşünülen ve sinyal veren ekonomiler konusundaki endişelerini yüksek sesle dile getirmeye başladı. UFE Türkiye, Güney Afrika, Brezilya ve Arjantin’i risk altındaki ekonomiler olarak işaretledi. Henüz birkaç yıl önce küresel birikimin yeni gelişmekte olan ekonomileri olarak uluslararası sermaye tarafından alkışlanırken, şimdi ise Küresel kuzeyin zenginliğinin artışı aşkına şok doktrini olarak işaretleniyor. Dolayısıyla, bu ülkelerin şu anda ciddi bir ekonomik-politik kriz içerisinde olmaları tesadüf değil.

► Kriz sonrasının en önemli gelişmelerinden biri, Trump’ın ABD’de başını çektiği, Avrupa, Asya ve Latin Amerika’da da farklı formlarda kendini gösteren radikal sağın yükselişi oldu. Siz, bu siyasi konumlanışın popülist hareket olarak tanımlanmasına karşı çıkıyorsunuz ve neo faşizm olduğunu savunuyorsunuz. Popülizm ve neo-faşizm arasındaki fark nedir?
Klasik faşizmin teorik eleştirisi büyük ölçüde Marksist teorisyenler tarafından geliştirildi. Leon Troçki ve Behemoth’un yazarı Franz Neumann gibi isimler, faşizmin tekelci burjuvazi ve alt-orta sınıflar (ya da küçük burjuvalar) arasında bir ittifaka dayandığı, kapitalist devletler arasında hegemonya savaşının baş gösterdiği ve militarizm ile ırkçılığın yükseldiği durumlarda ortaya çıktığı görüşünde birleşiyorlar. Liberal demokrat devlete duydukları derin düşmanlığı da düşünürsek alt-orta sınıf ile üst katmanda yoğunlaşan sermayenin arasındaki sınıf ittifakının doğasını faşizm olarak görmek çok da olası değil. Faşizm, solun ciddi oranda yara aldığı, fakat aynı zamanda sağın da yapısal sınırlara dayandığı bir siyasi açmaz içerisinde ortaya çıkıyor. Klasik faşizmin düşmanları, sadece işçi sınıfının birliği değil aynı zamanda nüfus içerisinde eğitim oranı en yüksek düzeyde olan ve devletin elitleri olan üst orta sınıf. Faşizm, her durumda ulusalcı-ırkçı ideolojiyi ve sınıf düşmanlarına karşı şiddetli baskıyı içinde barındırır ve mutlaka kendine günah keçileri seçer. Nazilerin totaliter devlet modeli diye adlandırdıkları (soğuk savaş dönemi totaliteryanizm ile karışmasın) şey, tüm gücün devlette toplanması, bu devletin başında liderliği tartışılmayan bir faşist lider olması (führer prensibi) ve güçler ayrılığının elimine edilmesi süreci. Paul Sweezy’nin dediği gibi, Faşizmin zıttı sosyalizm değil, burjuva demokrasisidir. Özellikle Almanya’da bu durum ekonominin özelleştirilmesiyle (özelleştirme, ilk olarak Nazilerin 1930’larda devlet işletmelerini satmasıyla ortaya çıktı) de perçinlendi. Faşizm aynı zamanda militan faşist hareketin, devletle işbirliği içerisinde, onun paramiliter gücü olarak yükselişine de bağlıdır (siyah gömlekliler ve kahverengi gömlekliler). Bir kez gücü eline aldığında, faşist hareketler, devletin ve toplumun en temel zemininde dönüşüm, Gleichschaltung (hizaya getirme) için çabalar. Hizadan kastedilen de, kapitalist sınıf tarafından desteklendiği için saldırmanın daha kolay olduğu, çünkü var olan geleneksel yapı içerisinde olan ve Nazi teorisyeni Carl Schmitt’in “çok köklülüğün yok oluşu” diye tanımladığı bir tarafı diğerini terörize etme uğruna desteklendiği süreçtir.

john-bellamy-foster-birgun-pazar-a-konustu-neo-fasizmler-donemindeyiz-525253-1.

Gücü ele geçiren faşizm, alt orta sınıf içerisinde arta kalan tüm radikal eğilimleri zapt etmeye yönelirken bir yandan da bu toplamı ulusalcı-ırkçı çizgide mobilize eder. Bütün bunlar, sol içinde bile unutulmuş durumda ve on yıllardır süren liberal anlatının sonucu olarak faşizm sağ kanat ırkçılığı diye hafifletilmiş, bu şekilde de yapısal gerçekliği ve tehlikenin gerçek boyutu, sadece idealist ya da ideolojik açılardan görülemeyecek şekilde saklanan bir hale getirildi. Bütün bunları ve daha fazlasını Trump Beyaz Saray’da kitabımda anlattım.

Her ne kadar zamanımızda klasik faşizmin tam bir replikasını göremesek de, ABD’deki Trump fenomeni en iyi şekilde faşizm familyasının bir türü olarak tanımlanabilir. Trump’a verilen desteğin merkezinde ağır milliyetçi ve muhafazakar eğilimli, beyaz, ya kendi işinin sahibi ya da bir şirkette iyi bir mevkide olan ABD’deki alt-orta sınıf (küçük burjuva) yatıyor. Trump oy desteğini ekonomik olarak ortanın üstünde olan nüfusta bulamıyor. İdeolojisi ve siyasi eylemi milliyetçiliğin, ırkçılığın ve şovenizmin kombinasyonu olarak alt orta sınıfa hoş görünüyor -- C. Wright Mills’in tanımıyla sistemin görünmeyen savunucusu. Neo faşizm bu anlamda bir kez uyandığında kurtulmanın zor olduğu güçlü bir siyasi pozisyona dönüşüyor. ABD’de bu siyasi pozisyon kolay şekilde ülkenin dünya çapında hegemonyasını kaybetme korkusuyla bağdaştırılabilir. Bu siyasi yörüngede olanların çoğunluğu ülkelerinin liberaller, devlet içerisindeki aktörler, farklı etnik gruplardaki vatandaşlar, göçmenler ve kadınlar tarafından ihanete uğratıldığına ve bunun bir şekilde “orta Amerika’nın” ekonomik zayıflığına sebep olduğuna inanıyorlar.

“Popülizm” tanımı büyük oranda, bugün ana akım medyanın pompaladığı şekliyle, sınıf analizinden ve toplumun sınıf yapısına yönelik sorulardan kaçınmaya hizmet eden bir dikkat dağıtma yöntemi. Böyle gösterilerek, olan bitenler liberal medya tarafından, ne olduğu toplumun ne alt ne de üst tabakasında tam olarak tanımlanamayan bir elitler takımını hedef alan çok büyük ölçekli siyasi gelişmeler olarak gösteriliyor. Popülist retorik de, düzen popülizmi tarafından kullanıldığında, ister sağdan ister soldan gelsin, liberal merkeze bir tehdit olarak anlaşılıyor. Son zamanlarda “gelişmekte” olan ülkelerde yarı- faşist (basitçe bir otoriterleşme değil) hareketlerin yayılmaya başladığını görüyoruz. Bu küresel gelişmenin en iyi analizi Samir Amin tarafından Monthly Review dergisinin Eylül 2014 sayısında yapılmıştır. Amin, “Faşizmin Modern Kapitalizme Geri Dönüşü” adlı çalışmasında, Güney ve Avrupa’daki gelişmekte olan faşist eğilimlere işaret etmektedir. Hindistan’daki Modi, Filipinler’de Duterte ve şimdi Brezilya’da Bolsonaro bugünün en başlıca örnekleridir. Bernard D’Mello’nun “Naxalbari’den sonra Hindistan” kitabında da öne sürdüğü gibi baskıcı Hindutva milliyetçi hareketi , “yarı faşizmin” Hindistan gibi hâlâ önemli radikal muhalefet güçlerinin bulunduğu bir ülkede bile geliştiğinin göstergesidir.

► Türkiye’nin de içinde yer aldığı, gelişmekte olan ülkeler şimdi bir krizle karşı karşıya. Bunlardan birisi de IMF’nin kapısına gitmek zoruna kalan Arjantin. Arjantin krizi ve Türkiye krizini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hem Türkiye hem de Arjantin, paralarını tehdit eden ve politik-ekonomik istikrarsızlık yaratan ciddi dış borç problemleri yaşıyorlar. Küresel sermaye tarafından “rollover”(aktarım) riskli olarak görülüyorlar. Önceki on yıl boyunca yapılan yüksek faizli kısa vadeli dış borçlanmalar- ki uluslararası sermaye burada uyuşturucu satıcısı gibi rol oynadı- Amerika Birleşik Devletleri tarafından getirilen faiz oranlarındaki artış da göz önüne alındığında, bu yaşananları ülkeler için varsayılan durum haline getirdi. Ekonomik bozulmanın semptomları, büyümede yavaşlama, cari işlem açıklarının artması, kontrol dışı enflasyon, zayıflayan para birimleri ve yükselen ticaret savaşları olarak kendini gösteriyor.

Hem Arjantin hem de Türkiye, faiz oranlarını düşürmek için bazı geçici önlemler aldılar, ancak uluslararası finans tepkisini bu iki ülkenin de para birimlerinden uzaklaşarak ortaya koydu. Gelişmekte olan ekonomilerin neredeyse tamamı (Çin ve onun ekonomik etki alanı içerisinden olan ekonomiler ve petrolü olan Rusya hariç) şu anda bu yeni uluslararası baskılar karşısında sersemlediler. İMF kamu harcamalarında, kamu hizmetlerinde kısıntıya gidilmesi gerektiği cevabıyla bu devletleri borçlarının faturasını halka kesmek zorunda bıraktı.

Türkiye, diğer gelişmekte olan ekonomilerden biraz farklıdır; dış borçların büyük kısmı devletin borcu değildir. Borçlar, Türk şirketleri ve finansal kurumların üzerine. 220 milyar dolarlık dış borç stokunun yarısından fazlası yabancı para cinsinden. Bu da Türk Lirası’ndaki değer kaybının Türk şirketlerinin borçlarına yansıması anlamına geliyor.

► 2008 krizinin sonrasında değerlendirilmesi gereken gelişmelerden birisi de meydan hareketleri üzerinden şekillenen muhalefet dalgası oldu. Ancak bu muhalefet dalgası kalıcı sonuçlar üretmekten yoksun kaldı. Kimi noktalarda Syriza deneyiminde olduğu gibi iktidara da geldi kimi noktalarda siyasal örgütlere dönüştü kimi noktalarda yatay sosyal hareketler biçimde ilerliyor; ancak henüz sürecin yönünü değiştirecek bir merkez haline gelemedi. Bu hareketlerin deneyimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tür hareketler, halkların bulundukları durumla mücadele etme arzusunun maddi kanıtıdır. Aynı zamanda Sovyet tipi ekonomilerin parçalanması ve sosyal demokrasinin ihanetiyle ilgili bir dizi büyük yenilgi sonrasında solun örgütsel, stratejik ve ideolojik zayıflıklarını da temsil ediyorlar. 2008’den sonra daha da kötüye giden neoliberal kemer sıkmalarına tepki olarak, bazı ülkelerde, halkın öfkesini ve arzularını temsil eden amorf, sol popülist hareketler ortaya çıktı. Bu, “meydan hareketleri” ile somutlaştırıldı. Ancak, bu tür hareketler temelde sınıf temelli örgütlenmelerden ve anti-kapitalist stratejilerinden kaçınırken, politik çizgisi belirsiz olan birkaç lideri tüm hareketin temsilcisi olarak gördüler ve güvendiler. İktidara geldiklerinde neredeyse hiç başarıları olmadı ve bir gecede buharlaştı. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe gibi bazı post-Marksistler, sol popülist bu bakış açısını desteklediler; tehlikeleri Ellen Meiksins Wood da “Sınıftan Kaçış” kitabında vurgulamıştı.

Kapitalizm bir güç sistemidir. Bir meydanda bir araya gelen bireylerin toplamıyla ya da sandığa gidip oy vermekle maddi olarak yenilemez. Daha gelişmiş bir sol siyasi organizasyon / strateji olmalı. Bugünkü mesele, işçi sınıfının farklı farklı ihtiyaçları için mücadele eden sosyalizme doğru bir hareket inşa etme meselesidir. Mücadele hem yataydır, işçilerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılar ve eşitliği inşa eder hem de dikeydir, hiyerarşik kapitalist düzenin karşısındadır.

► Bugün muhalefet dalgası içinde, Latin Amerika’nın Lula’dan Chavez’e uzanan ilk deneyimlerinden Sanders’tan Corbyn’e uzanan yeni yönelimlere doğru bir arayış da söz konusu. Bu deneyimler sosyalizmin 21.yüzyıldaki ilerleyişine ilişkin neler söylüyor?
Tüm bu yeni gelişmeler bize, sınıf mücadelesinin mümkün olduğunu ve bizi tutan bütün zincirlerin kırılabileceğini yeniden hatırlatır, ama aynı zamanda sorunun ölçeğine ve karşı karşıya gelinmesi gereken derin çelişkilere de işaret ederler. Marx’ın dediği gibi, insanlar tarihlerini kendileri yapar, ama tamamen kendi seçimlerine bağlı koşullar altında değil, doğrudan geçmişten miras kalan koşullar altında yaparlar.

Sanders, ABD’deki geniş işçi sınıfına doğrudan bir seslenişin etkili olacağını gösterdi. Sanders’ın başarısı kongre seçimleri için hâlihazırda adaylığı garantilemiş olan Demokratik sosyalistlerin daha geniş bir siyasi hareketten ilham aldı. Fakat Demokrat Parti egemen sınıfın partisi olmaya devam ederken, ABD de emperyalist dünya sisteminin merkezinde kalmaya devam ediyor. Sanders’ın aday olma çabası ABD’nin militarizmine ve emperyalizmine meydan okumayı zorlaştırdı. Bu, Sanders hareketinin, gerçek değişimi etkileme açısından daha başlangıcından çok sınırlı olacağı anlamına gelir.

Bu bağlamda, Birleşik Krallık’taki İşçi Partisi’nin lideri olan Corbyn de daha farklı olamazdı. Siyasi kariyeri boyunca emperyalizmin istikrarlı bir rakibi olmuş ve buna parti lideri olarak eğilmemiştir. İngiltere’deki İşçi Partisi’nin liderliğine olan yükselişi, bu nedenle hem ideolojik hem pratik anlamda tarihi bir değişimi temsil ediyor.

Lula kesinlikle sosyalist değildir. Trajik olarak, şu anda sağcı bir siyasi darbenin bir sonucu olarak hapishanede bulunuyor ve faşist Bolsonaro birkaç gün sonra muhtemelen seçimi kazanacak. Bu, emperyalist sisteme uyum sağlamaya çalışan ve aydınlanmış kapitalist sınıfa güvenen İşçi Partisi’nin bütün stratejisinin uzun vadeli başarısızlığını temsil ediyor.

john-bellamy-foster-birgun-pazar-a-konustu-neo-fasizmler-donemindeyiz-525255-1.

Şüphesiz ki, 21. yüzyıla ait bir sosyalizm düşüncesini Chavez’e borçluyuz ve Venezüella’daki Bolivarcı Devrim aracılığıyla, iktidarı halka veren, uluslararası sermayeye başkaldıran halkın iktidarını kurmak için çaba harcayan bir devrimin mümkün olduğunu gördük. (İşyeri ilişkilerini değiştirmede ve sosyalizme odaklı sendikalar kurmada daha az başarılı bir devrim.) Bu bağlamda asıl hayranlık verici olan şu ana kadar ABD ile savaşan Venezüella halkının gösterdiği direnişin boyutudur. Hiçbir şey, Venezüella devrimci deneyiminin özgünlüğünü bu kadar iyi işaret edemez. Monthly Review dergisinin Nisan 2015 sayısında “Chavez ve Komünal Devlet” adıyla bu devrimin bazı politik yönleri ele alan bir yazı da yazmıştım.

► Muhalefet hareketi için bugün bir yandan Parti örgütlenmeleri bir yandan da yatay örgütlenmeler (sosyal hareketler, Meclis tipi halk örgütlenmeleri) arasında bir ayrım ya da bunların bir aradalığına yönelik bir tartışma var. Siz, bu tartışmaya nasıl değerlendiriyorsunuz? Muhalefet hareketleri daha etkili bir politika ve örgütlenmeye nasıl geçebilir?
Bu konuya dair sihirli bir cevabım yok, çünkü örgütlenme biçimleri koşullara göre değişmelidir. Hem yatay hem de dikey yönde örgütsel inisiyatifler (hiyerarşik ve baskıcı sistemin yıkılmasının aşağıdan yukarı sınıf mücadelesini gerektirmesi nedeniyle dikey) gereklidir. Siyasi partiler, sosyalizm mücadelesi veren her türlü hareket için vazgeçilmezdir, ancak bunlar tek olası örgütlenme şekli değildir. Sosyalist partiler, sadece seçim partileri olamazlar. İşçi sınıfını güçlendirmeyi amaçlayan parlamento dışı mücadeleler, bunun yanı sıra kadın, ırk ve etnik grupların, LBGTQ, ekosistem savunucularının ve diğer birçok mücadelenin güçlenmesini amaçlayan bütün mücadeleler hayati önem taşımaktadır.

Tüm bu hareketler sınıf mücadelesinin bir parçası olmalıdır yoksa sınıf mücadelesi gerçek içerikten yoksun kalarak anlamsızlaşır. Aynı şekilde, sınıf mücadelesinden yapısal olarak ayrışmış olan toplumsal hareketler de, hayati amaçlar peşinden koşsalar bile, hareketi birleştirmekten ziyade bölünmeye sebep olurlar. Topluluk düzeyinde işçi sınıfı hareketinin sürekli olarak yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Sınıf ve topluluk (farklı topluluklar arasında daha geniş bağlar kurmak anlamına gelen) güçlü bir birlikteliktir ve güçlü ittifakların oluşturulmasına yol açar. Emek sürecini ve işyerini kontrol etmek isteyen güçlü, tabana dayalı sendikal hareketler şarttır. Emperyalizmle mücadele etmek başka ve hatta daha büyük bir meydan okumadır. Bu, göçmenler ve mülteciler de dâhil olmak üzere, genellikle nerede olursa olsun, ezilen nüfusu savunmak için genişletilmelidir. Yirminci ve yirmi birinci yüzyılın en büyük devrimleri küresel Güney’de ortaya çıkmıştır ve bu devrimlere en büyük desteği göstermemiz gerektirmektedir. Yirmi birinci yüzyıl için yeni bir Enternasyonal’in oluşturulması gerekiyor. Her şeyden önemlisi, kapitalizmin hareket yasalarına sürekli saldırılar başlatmak, elimizde olan tüm ustalığı kullanmak, “oyunu oynamayı” reddetmek ve bu hareket yasalarının dışında yeni stratejik alanlar oluşturmak için cesarete ihtiyacımız var.

► Ekonomik krizle birlikte siz ekolojik krizin yıkıcılığına yönelik derinlemesine çalışmalar yapıyorsunuz. Ekolojik krizin, toplumsal krizin ve ekonomik krizin derinleştiği bir noktada insanlığın buradan çıkışı nasıl olacak?
Bizler genellikle ekonomik ve ekolojik krizin birbirinden ayrı olduklarını ve birbirlerine zıt çözümlere –sırasıyla ekonomiyi özgürleştirmek ya da sınırlamak gibi- ihtiyaç duyduklarını varsayarız. Ama yine de, her ikisinin de kaynağı sermaye birikim sürecinden gelmektedir. Kapitalizmin, aynı anda hem iç hem dış çelişkiler barındırması bizi şaşırtmamalıdır.

Ekonominin ve çevrenin birbirinden tamamen ayrıldığı fikri, doğanın ve emeğin birbirine bağlı yabancılaşmasının bir ürünüdür ki, bu da kapitalist sistemi oluşturan fikirdir. Kesin olan şey, hiçbir sınır tanımayan ekolojik krizin ezici karakteri bir gün tüm bu ayrışmaları geçersiz kılacak - küresel Güney’de bunun bazı belirtilerini şimdiden görüyoruz- ve işçilerin, Sanayi Devrimi’nin erken dönemlerinde olduğu gibi, hayatlarını belirleyen maddi koşulların temelinin hem ekonomide hem de çevrede-ki bu daha kapsamlı- olduğunun farkına varacak olmalarıdır. Tam o noktada, maddi problemlerimizin sermaye birikim sürecinde ortak bir sebebi olduğunun farkında olan ve çözümün de eşitlik ve ekolojik sürdürülebilirliği amaçlayan bir dünya için toplumun devrimci bir yeniden yapılanmasının gerektiğinin farkında olan çevreci bir proletarya ortaya çıkacak.