“Sakız lekesi nasıl çıkar?...”; bu bir soru değil, kızgınlığımın göstergesi. “Senin marifetin, koymuşun bir yere, ben de görmemişim. Kazık yemek böyle bir şey işte... ‘zam’, (k)ekle ‘zamk’; ‘sakız’ hani üstüme yapışmış ya, bu beladan da kurtulunmuyor, o zaman bu üçlüyü birleştirip eleştireceğim ufaklık...” “İçki sigara zamlandı ve sen ne yapacağını şaşırdın. Dert etme, bulursun bir çaresini, bana verdiğin üç kuruşluk harçlığımdan kesersin olur biter...” “Sus, hem suçlu hem güçlü! Yazacağım!...” “Ne anlarsın ekonomiden...” diyor. “Bak terbiyesize, biraz anlarız elbet...” Bilmiş bilmiş: “Sen kültür sanat, öykü möykü öyle devam et bence...” diyor. İyi mi, çak çak sakız çiğniyor bu arada. İnsanın korkası gelir ya, işte öyle bir bakış fırlatıyorum ufaklığa. Bunu duyumsayarak masanın başında şöyle bir irkilse de, bir an sonra sürdürüyor eylemini. “Öyle geviş getirir gibi...” diyorum. Harıl harıl ders çalışıyormuş görünümüyle, “Matematik çözüyorum...” diyor. “Yaa...” “E o zaman sakızı neden çiğnediğimi anlıyorsundur herhalde!” diyor. “Hayır!” diyorum. “Amerika’da araştırmışlar... Sakız çiğneyen çocuklar, çiğnemeyenlerden daha çok soru çözebiliyorlarmış...” Savunusuna aldırmazca, “İlgimi dağıtıyorsun; bak ben de çalışıyorum...” diyorum dizüstü bilgisayarımı göstererek. “Ne yapıyorsun?” “Araştırıyorum.” “Neyi?” “Sakızı.” “A-a, neden?” Öfkeleniyorum artık: “Çıkar şunu ağzından çabuk!” Hemen duruyor çenenin oynaması. Başlıyorum yazılanları okumaya: “Birisi demiş ki: ‘Sakız çiğneme sesi, dünyada en nefret ettiğim, dayanamadığım sestir. Bu yüzden tedavi olmayı bile düşünüyorum.’

Bir diğeri de eklemiş: ‘Arkadaşım, tedavisini bulursan bana da haber verir misin?’... Dünyada en gıcık sesler sıralamasında ‘bir numara’ anlayacağın... Niçin gülüyorsun!” diyorum. “‘Bir numara’ deyince komiğime gitti,” diyor. “Durr,” diye atılıyorum, “belki de Steinbeck onun için Bir Numaralı Evde Olanlar diye başlık koydu...” “O da ne?” “Kısa bir öyküsü. Sakız çiğneyen bir çocuğun zamanla sakız tarafından çiğnenmeye başlamasıyla ilgili...” “Sen anlatmıştın ya da yazmıştın galiba bunu daha önce.” “Belli ki bir işe yaramamış... Dinle! Kitapta sakızdan ‘bubblegum’, sakız çiğnemekten bir ‘Amerikan hastalığı’ ve 'Allahın belası lastikler' diye söz ediyor yazar... Bir aile, ABD’den Paris’e geliyor ve bir sokakta Bir Numaralı Ev’e yerleşiyorlar. Küçük oğlan John. Amerika’da geçirdiği son yıllarını sakız çiğnemenin, bu ünlü Amerikan hastalığının ustası olmuş ama oraya gelirken onları getirmeyi unutmuş. Oğlanın ne dilinde tutukluk, ne de sözlerinde dağınıklık kalmış. Ne var ki Avrupa’ya gelen eski bir aile dostu bir sürü sakız getirmiş. Ve başlamışlar ailecek yeniden çakkudu çukkudu’ya. Baba, yazar. Çalışırken ne bir şey çiğnensin, ne de bir balon şişirilsin istiyor. Bu kuralı bilmesine karşın bir gün babası yazısına yoğunlaşmışken, John’un ağzında sakız sesini duyuyor. Sert bir biçimde oğluna bakıyor...” “Senin bana demin baktığın gibi yani!” diye araya giriyor ufaklık. “John utanç içinde!” diye sesimi yükselterek susturuyorum. “John yine de çiğneyip duruyor ve ‘ben yapmıyorum baba...’ diye kekeliyor; ‘ben çiğnemiyorum, o beni çiğniyor...’ ‘Tükür,’ diyor baba, çocuk zar zor tükürüyor avucuna. Sonra gece yatarken ağzında uyanıyor çocuk sakızla, çıkarmak istiyor ağzından çıkaramıyor. Babası yardıma koşuyor. Oğlunun çenesinde yakaladığı canavarı, pencereden sokağa fırlatıyor. Nereye atsan oradan geliyor sakız. Baba bir topuzla dövüyor lastiği. Ancak parçalarını toplayıveriyor ve var hızıyla çiğnemeye başlıyor kendini sakız, yeniden oğlana doğru ilerliyor. Baba, yakaladığı gibi mendile sarıyor sakızı, Seine nehrine gidiyor, suya fırlatıyor. O gene gelip gece çocuğun ağzına giriyor. Baba ocakta yakıyor gene para etmiyor. Kentin çok ötelerine gidiyor arabanın penceresinden atıyor ama ertesi sabah John’un ağzından çıkardığında sakızda bir Michelin lastiğinin izini görüyor...” “Nasıl olmuş?” “Belli değil mi? Yolun karşısına geçmiş, bir arabanın tekerleğine yapışmış gelmiş bulmuş oğlanı yeniden.” “Ne istiyor bu sakız böyle?” “Oğlanın durmadan çiğnemesi yaşam vermiş sakıza. John’a gereksinimi var artık. Çiğnenmek istiyor, yaşaması için çiğnenmesi gerek!... At şu mereti ağzından! Atamıyorsun ha! Kapama, aç şu çeneni John, kazıyacağım onu...” “Dur, dur yapma!” diye bağırıyor ufaklık. “Ha? Ne?” “John derken, soktun o kocaman elini ağzıma...” “Özür dilerim. Canını acıttım mı yoksa?” ”Yoo, çenemi kırıyordun yalnızca. Ben John değilim. Bak benim, buradayım.” “Tamam, kendime geldim!” “Ayrıca, çıkarmıştım sakızı. İşte, masanın üstünde.” “Ne oldu böyle, bilemiyorum...” diyorum. “Ne kadar gerçeküstü!” diyor ufaklık; “Şey, nasıl bitiyor öykü? Ha?... Off, daldın gittin nerelere. Beni duyuyor musun?” Küllüğün içindeki sakızla bakışıp duruyoruz öylece...