Artık kimsenin saklayamayacağı bir şey açığa çıkmıştı; bu mühim insanlar hem birbirlerinden hem de okudukları şeylerden çok sıkılmışlardı. Farkında değillerdi belki ama hepsi aynı şeylerden yakınarak ama anlaşılan o ki birbirlerini pek duymayarak bir süre konuştular

Jüri

Onur Akyıl

Geldiklerinde, gün ışımak üzereydi. Gece kamyonları tüm gürültüleriyle boşaldı ve uzaklaştı. Etrafı biraz eşelediler, oturacak bir şeyler buldular ve karşılıklı oturdular; yaşlıyla birlikte beş kişiydiler. Kokuya artık aldırış etmiyorlardı; ilk geldikleri yıl alışmışlardı ve zaman zaman bu kokuyu özledikleri bile oluyordu. Çantaları ve diğer gerekli teçhizatları yanlarındaydı. Yaşlı, ‘Başlayalım.’ dedi. İçlerinden biri, iki kadından şişman olan, buraya geldiğini ama artık bu ekipten ayrılmak istediğini söyledi. Dayanacak gücünün kalmadığından yakınıyordu. Herkes sürekli onu arıyordu ve bu sinirlerini bozmuştu. Yaşlı, hayretle iki kadından şişman olanına baktı ve sert bir biçimde “Bunu sonra konuşalım” dedi. Diğerleri başları önde bu durumu yalnızca izlediler; kimse bu tatsız başlangıçla ilgili ağzını açmadı.

Yaşlı ayağa kalkıp, etrafta masa olarak kullanılabilecek bir şey aradı, buldu ve o şeyi masa yaptı. İlginç insanlardı bunlar. Üzerlerinde neredeyse bir iletişim üssü kuracak kadar teknolojik alet vardı ama boktan bir karton kutuyu masa yapıp üzerinde çalışıyorlardı. Yaşlı böyle seviyordu ya da yalnızca böyle olmasını istiyordu. Yaşlının işine karışmamak gerekirdi; geçen seferde, yani bir yıl önce, bir kahvehanede hepsini toplamış ve ters çevirdiği bir tavlayı işaret ederek “Bu sene masa bu!” demişti. Evet; çaresiz kabul etmişler ve ters çevrilmiş masanın üzerinde yapmaları gerekeni yapmışlardı. Aslında neyin masa olduğunun ve masanın büyüklüğünün herhangi bir önemi yoktu; bu sadece sınırlı bir alan yaratmak için yaşlının bulduğu ya da haz aldığı bir yöntemdi. Yaşlı sınırların içindeki sınırları seviyor, herkesi de sınırların içindeki sınırları sevmeye mecbur bırakıyordu. Bu defada hepsini, şehir çöplüğünde toplamıştı. Yerin kıymetsizliği, işin kıymetini arttırıyormuş; öyle demişti bir keresinde. Yaşlı istediğini söyleyebilirdi ama bunun nedeni yaşlı olması değil, başkan olmasıydı. Eğer, iki kadından şişman olan başkan olsaydı onun dedikleri yapılacaktı. İki kadından şişman olan bir kuşu gösterse ve kuş uçuyor bile olsa, ‘Masa bu!’ dese, o kuş masa olacaktı. Demek ki diğerleri de en az yaşlı kadar, sınırların içindeki sınırları seviyorlardı. Şaşmamak lazım; öyle olmasaydı bir arada ne işleri olabilirdi ki? İki kadından şişman olanı yoran neydi öyleyse?

Gün biraz daha yükseldiğinde, her birinin telefonları ötmeye başladı. Yaşlı önce kendi telefonunu kapadı ve diğerlerine de telefonlarını kapamalarını istedi. Telefonlar kapandı. Herkes derin derin nefes almaya başlamıştı; yükselen gün de bulutlanıyor, gölgeleniyordu.

“Bu sene çok!” dedi yaşlı ve cebinden bir kâğıt çıkardı. Kâğıt büyük ya da uzun bir kâğıt değildi ama üzerindeki eciş bücüş yazılar büyük veya uzun bir kâğıda yazılsa, sanki daha iyi olurdu. Yaşlı bir eliyle kâğıdı tutuyor, bir eliyle papyonuyla oynuyordu. Bir süre sonra kâğıdı elinden masaya bıraktı ve gözlüklerini düzeltti. “Umarım benzer şeyler düşünmüşüzdür.”

İki kadından şişman olmayan hapşırdı; narin bir kadındı ve yakınlarında bir yerde tozlu herhangi bir şeyin olması bile hapşırması için yeterliydi. Burası pek ona göre bir yer değildi. O kadar narindi ki hapşırınca takma burnu düştü ve peruğu çıktı. Diğerleri bu duruma alışkın oldukları için herhangi bir tepki vermediler. Sadece yaşlı, başkanlığına yakışır bir şekilde “Burnunuzu ve peruğunuzu takın, lütfen” dedi. Daha önce de bunu yine başkanlığına yakışır bir biçimde, defalarca söylemişti. Narin kadın için zor bir gün olacağa benziyordu; belki biraz daha memeleriyle oynarsa kendini daha iyi hissedebilirdi. En azından toplantıyı tamamlardı… Bu bir toplanmaydı.

Yaşlı, masa olan kartonun etrafındaki dörtlüden benzer kâğıtlar aldı ve kâğıtları bir süre inceledi. Başını salladı, kaşını kaşıdı, biraz öne eğildi, biraz geriye yaslandı ve sonunda konuştu: “Bunların hepsi genç isimler olmalı.” Diğerleri hala yaşlıyı izlemek ve dinlemekle yetiniyorlardı. İki kadından şişman olan, narin kadının kendiyle oynamasından rahatsız oldu ve kalkıp ellerini avuçlarının içine alarak “Lütfen yapma!” dedi. Yaşlı da, iki kadından şişman olanının bu ricasını başıyla onayladı. Narin olan kadın ellerini zapt etmek için başının üzerinde kenetledi. Bir martı gelip, kenetlediği ellerinin üzerine kondu.

Adamlardan biri gırtlağını temizledikten sonra söz aldı ve ‘Ben aslında, bana ulaşan zarfların üzerindeki bütün isimleri yazdım.’ dedi ve sustu. Bunun üzerine diğer adam, benzer bir şeyi yaptığını en az elli zarfı açtığını, içlerinden beğendiklerini seçtiğini, yorulunca geri kalan isimlerden bazılarını zarfların üzerinden rastgele seçerek yazdığını söyledi. Yaşlı kızmıştı ama belli etmemeye çalıştı ve kadınlara ‘Siz ne yaptınız?’ der gibi baktı. İki kadından şişman olan zaten bu işlerden yorulduğunu / sıkıldığını daha baştan söylediği için rahattı ve kâğıdına isimleri yazarken “O pitipiti /karemala sepeti” uygulamasından faydalandığını söyledi. Yalnızca narin kadın tüm zarfları açmış ve okumuştu; onun kâğıdında da zaten yalnızca üç isim vardı. Yaşlı adamın öfkesi artmıştı ama belli etmemek için kendini yiyordu. Sakin bir ses tonuyla ama insanı ürküten bir biçimde “Gerizekalılar” dedi. Kime söylediği anlaşılamadı; kimse üzerine almayınca, zarfları gönderenlere söylenmiş bir şey gibi durdu bu sözcük. Yaşlı elindeki kâğıtlara yeniden baktı ve kendi kâğıdını da onların üzerine koyarak bütün kâğıtları kıvırıp cebine attı. “Madem öyle,” dedi, “Bana aklınızda kalanları anlatın bakalım.”
Bütün zarfların üzerindeki bütün isimleri kâğıdına yazan adam mosmor oldu; diğer üçü birbirlerine bakıp, gözleriyle kendilerini bir sıraya sokmaya uğraştılar. Göz temaslarından çıkan sonuç neticesinde, iki kadından şişman olanı konuşmaya ilk başlayacak olarak tespit edildi. Yaşlı keyifsizdi, bu yaptığının bir tür ceza olduğunu biliyordu ve bundan hoşlanmıyordu. Fakat karşılaştığı durum neticesinde yapabileceği başka bir şey yoktu. Bunların bu rahatlığına bir son vermek lazımdı; senelerdir durumu idare ediyordu ama şu gelinen noktaya bakılırsa önümüzdeki yıl hepsi, adamlardan biri gibi bütün isimleri kâğıtlarına yazıp karşısına dikileceklerdi. Buna izin vermesi imkânsızdı.
Sabahın ilk turunu atan kamyonlar geldi ve gürültüyle boşaldı. Bir süre onlara bakıp vakit kazanamaya çalıştı, kadınlardan şişman olan. Ama nihayetinde kamyonlar gitti. Çöp yığını büyüdü. Martılar kendinden geçti. Gün, en tepeye varmak üzereydi.

Kadınlardan şişman olan “Bunu böyle yapmasak… Sizi anlıyorum ama sizde beni, bizi anlayın” deyip, aklında anlatacak pek bir şey kalmadığını söylemeye çalıştı. Diğerleri hemen destekledirler onu. Hiçbir zarfın içini okumamış olan adam “Geçen yıl hepsini okudum tek tek. Ama sonuçta sizin beğendiğiniz…” deme gafletinde bulunmuştu ki yaşlı artık kendini tutamayarak patladı ve: ‘Şapşallar! Burada söz konusu olan gelecek! Bu ülkenin geleceği!’ diye bağırdı. Zarflardan en az elli tanesini okuyan “Biz asker değiliz” dedi ve ekledi “Sizin de hepsini okuduğunuza hiçbir zaman inanmadım.” Gedik açılmıştı, yüklenmeye başladılar; iki kadından şişman olan “Aklınızda kalan bir şey varsa siz bize anlatın,” deyiverdi.
Çöplüğün tam ortasındaydılar; küçük, küçücük görünüyorlardı. Uzaktan bakınca tabii…

Yaşlı, gözlerini kıstı ve solumaya başladı. İlk defa kendisine saygısızlık yapılmıyordu. Fakat durumun bu defa biraz farklı olduğunu o da anlamıştı. Kendisi başlı başına bir gelenekti. Ülkenin en önemli isimlerini canlı kanlı görmüş, hepsinin cenazelerine katılmıştı. Üzerindeki takım elbise 4 bin dolardı. Hala her işini kendisi görebiliyordu. Evi boğaz manzaralıydı ve kitaplığındaki bütün kitaplar adına imzalanmıştı. Kahvaltıdan önce mutlaka kahve içer ve her şeyi kendi derinliğinde duyumsayabilirdi. Bir şey onu heyecanlandırmıyorsa, hiç kimseyi heyecanlandıramazdı. Dil bilgisine hâkimdi ve bir cümlenin ne dediğini kimse onun kadar temiz kavrayamazdı. Bulunduğu yere kolay gelmemiş, kimse onu oraya bedavaya koymamıştı. Yazı meraklılarının merak ettiği şeylerin tümü, onun hayatıydı. Fakat itiraf etmeli ki ne bu sene, ne de daha önceki seneler o da her gelen zarfı okumadı. Hatta bu sene hiçbirini okumadı. Senelerdir boktan öyküler okumaktan çok sıkılmıştı. Zarfların üzerindeki isimlere bakıyordu. Zarfları havaya atıyor ve diğer zarflardan ayrı düşenleri, bir köşeye ayırıyordu. Herkes, istinasız herkes, aynı saçma sapan hayatı, benzer cümlelerle anlatıp duruyordu.

Şimdi bir çıkış yolu bulmalı ve iki kadından şişman olanının sorusunu savuşturmalıydı. Bir süre sessizlik oldu. Aslında hepsi, yaşlı dışındakilerin hepsi gelecek cevabı son derece merak ediyorlardı. Açtıkları gediğin büyüklüğünü gösterecekti bu cevap ama pek de beklemedikleri bir yanıt aldılar: “Ben aslında hiçbirini beğenmiyorum. Bugüne kadar hiçbirini beğenmedim.” İki kadından şişman olan, narin olan ve her iki adam kısa da olsa bir şaşkınlık yaşadılar. Adamlardan biri toparlanıp “Bu saçma şeyi yılladır neden yapıyoruz öyleyse?” diye sordu. “Bu gelecek dediğiniz nedir? Neden biz belirliyoruz bunu? Ben bu zarfları açıp okumaktan bıktım.”

Artık kimsenin saklayamayacağı bir şey açığa çıkmıştı; bu mühim insanlar hem birbirlerinden hem de okudukları şeylerden çok sıkılmışlardı. Farkında değillerdi belki ama hepsi aynı şeylerden yakınarak ama anlaşılan o ki birbirlerini pek duymayarak bir süre konuştular. Birbirlerini bile doğru dürüst duyamasalar ve anlamasalar da konuşmaların sonunda parlayan bir cümle vardı: Artık okumak istemiyoruz.

Yaşlının işi zordu, artık öfkesi, öfkeli halleri de pek bir işe yaramıyordu. Tek başına kaldığını, yalnız olduğunu anladı. Gelenek çatırdamıştı, hem de ne için, sıkılmaktan. Söylenecek bir şey yoktu; içi burulmuştu ama bunu önemseyecek durumda değildi. Biraz uzaklara baktı, biraz çöp kokusu çekti ciğerlerine. Öğlen kamyonları gelmiş ve yüklerini boşaltıyordu. Onları fark eden kimse olmadı; ilginç olan buydu. Ne kadar mühim insanlardı ve en az kendileri kadar mühim bir konu için toplanmışlardı. Fark edilmiyorlardı. Bir şey söylemesi icap ederdi yine de; kafasında toparladı söyleyeceklerini ve konuşmaya başladı: “Peki öyleyse… .” Narin kadını işaret etti ve sürdürdü konuşmasını: “Anlaşılan yalnızca sen gerçekten hepsini okumuşsun gelenlerin. Sadece senin kâğıdında üç isim var. Şimdi bize sıralamayı söyle. Bu iş de bitsin. Günün daha yarısında kurtulalım. Eskiden yalan da olsa, akşama kadar tartışırdık. Evet, belki sonunda benim dediğim oluyordu ama… Bunun bir önemi kalmadığını anladım. Daha önce de anlamıştım. Neyse, uzatmayacağım.” İki kadından narin olanı, kendi kâğıdını yaşlıdan aldı ve listesine baktı. Son kararını verip bir sıralama yaptı. Konu çözülmüştü.

Adamlardan biri, bütün bu olanlardan sonra, önümüzdeki yıl toplanmalarının bir anlamı olmadığını söyledi ve ilginç bir teklif getirdi. Hazır buradayken ve bir daha kimsenin bu iş için toplanmaya niyeti olmadığına göre, gelecek on yılın ilk üçü de belirlenebilirdi. Nasıl olsa bir sürü şapşal her sene bu yarışmaya katılıyordu; mutlaka seneye de katılacaklardı. Ayrıca herhangi biri önümüzdeki on yıl boyunca yarışmaya katılmasa bile bunu kimsenin bilemeyeceği açıktı. Eğer böyle bir şey olursa, o isimden hemen bir çalışma talep edilebilirdi. Yaşlı “Oylayalım,” dedi; oylandı ve kabul edildi. Yaşlı cebinden diğer kâğıtları da çıkardı ve iki kadından narin olanının kâğıdıyla birlikte masa yaptıkları ters çevrilmiş karton kutunun üzerine koydu.

Akşam kamyonlarının çöplerini boşalttıkları sırada, gelecek on yılın öykü ödülleri belirlenmişti.

Kalkıp, kol kola girdiler ve çöplerin arasından evlerinin yolunu tuttular.

Masa yaptıkları karton kutunun hemen dibinde ölü bir Morpho yatıyordu.

Az sonra çöplüğün öte yanından son kozunu oynayan bir ses duyuldu: Papyonum düşmüş!