Kaç kuşak enkaz
Fotoğraf: AA

Semiha Durak

Hatay’da güzel günlerim oldu, güzel insanlar tanıdım. Bundan yirmi yıl önce Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri Projesi’nin gönüllü arkeologları, karavanla şehirleri, köyleri dolaşıyor, arkeolojik yerleşmelerin envanterini tutuyor, tahribatı belgeliyorduk. Bazen, yerleşmelerin konumlarını açıkça ifade eden yeterli veriye sahip olmadığımızda, yolda durup soruyor ya da soluğu köy kahvelerinde alıyorduk. Çayların ya da buz gibi ayranların eşliğinde dinlediğimiz hikâyeler, bize ipuçları veriyordu. Elimizde koordinatlar varmış gibi buluyorduk aradığımızı.


Kırıkhan’da Dede Dayı çıkmıştı yolumuza. Bütün gün bize rehberlik yapmış, bir de “vallahi bırakmam” diyerek evine öğle yemeğine götürmüştü bizim ekibi. Dolmalar, patlıcan kızartmalarının ardından bir de tavşankanı çayla ağırlanmıştık.

Başka bir gün, Yenişehir yakınlarında işler karışmış, yönümüz yurdumuz şaşmıştı. 1940’lardan sonra değişen köy isimleri, mevkiiler oluyordu sorun. Ya da artık tümüyle yok olmuş, yok edilmiş yerleşmeler. Yolda, elektrik direklerinin bakım ve onarımını yapan belediye çalışanına rastlamıştık. Sanırım Erhan’dı ismi. Arkeoloji meraklısıydı. Sıcak ve içten sohbeti, yardımseverliği hafızama kazınmış. Yolumuzu da, aradığımız höyükleri de Erhan Ağabey’in yardımıyla bulmuştuk. Yenişehir’e göl kenarında öğle yemeğine götürmüştü bizi. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti demiştik o güne, Sevgi Soysal’ı anarak.
Yıllar sonra, 6 Şubat’ta, Hatay ile beraber yerle bir olan aklım, aradı buldu çıkardı hafızamın derinliklerinden, yoluma çıkan bütün o güzel insanları. İyi olmalarını diledim. Nasıl iyi olunur’un cevabını artık bilmesem de.

***

Acıyı uzaktan görerek duymak, anlamak çok mümkün değil. Kalbimin derinliklerinde hissetsem de yıkıntıların ağırlığını, acıyı haykırmanın hakkım olmadığına inandım. Yazamam, anlatamam olanları şimdi, öyle uzaktan, dedim. ‘Çığlık atsam?’ diye düşündüm. ‘İçinde isimler olsa çığlığımın. Bir işe yarasam.’ Böyle geçti aklımdan. Sözcükler dağılmıştı, bir araya gelmeyi bekliyordu zihnimde. ‘İnsanlar gibi sözcükler’ dedim. Birleşince anlatacaklar her şeyi.

Sonra bir sabah, çığlığımı bıraktım şimdinin karanlık boşluğuna, kuyularına: “Dünyanın bütün vinç operatörleri birleşin!“ diye bağırdım.

Hiç tanımadığım Eylem’in babası haykırıyordu günlerdir Hatay’da. Kızını o enkazdan kurtaracak bir vinç için. “Umudum kahır” diyordu beklerken.
‘Kuşağım, acılı kuşağım’ demişti Ahmet Erhan bir şiirinde. Acılı olmayan bir kuşak yok ki benim doğduğum ülkede. Eylem benim kuşağım; babası annemin, babamın. “Ne kadar çok öldük yaşamak için.” Bunun başka bir yolu yok mu?

Kulağımda “hesap soracağız” haykırışlarıyla büyüdüm ben, yaşıtlarım gibi.

Gür sesleriyle birleşen o kararlı duruşlarına öyle inandık ki bizi büyütenlerin, öfkeli yumrukları bizi sonsuza kadar koruyacak sandık. Bir de belki uzaklaştık büyürken parçası olduğumuz o ağırlıktan. Kaçtık.. Bir çocuğun kaldırabileceğinden çok daha büyük bir öfkenin, acının, gözyaşının içine doğan çocuklardık. Biz de soramadık o hesapları.

***

Yıllar sonra, sanki bir şeyler anlatmak ister gibi, ısrarla kendine çağırıyor beni Sevgi Soysal’ın romanı; Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. İlk baskısı 1973’te yapılmış romanın kapağını açtım Hatay’da geçirdiğim güzel günlerimi düşünürken. “Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak. O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler sezmediler bunu..” Böyle başlıyordu Yenişehir’de Bir Öğle Vakti.

Sevgi Soysal’ın Yenişehir’inde, bir öğle vaktinde devrilen o kavak ağacı, kökleri çürüdüğü için yıkılan bir sistemin metaforuydu. Yıllar öncesinin Türkiye’sinden bugüne, katmerlenerek büyüyen çürümüşlük içinde bütün kavak ağaçları devrildi devriliyor.. İnşaat mafyasından, uyuşturucu ve tarihi eser kaçakçılarına, her makamda söylenen şarkılar dinliyoruz yıllardır. Bu hikâye hepimizden uzun ve karmaşık olabilir. Ama daha korkacak ne kaldı? Ölümü, yıkımı, çaresizliği, hayatın nasıl değersizleştirildiğini gördük. Hayatlarını, çocukluklarını, evlerini, sokaklarını, hafızalarını saniyeler içinde yitiren insanları… Her katilin cinayet mahalline bir gün mutlaka geri döneceği kuralını biliyorduk da bu kez kendi gözlerimizle gördük. Sadece durduk ve baktık. En kötüsü de bu işte; durmak, donup kalmış gibi durmak.

Bu kahreden umutsuzluk denizinde aşağısı enkaz, yukarısı enkaz. Ama yıkıntılar arasında ölüm ve çaresizlikten başka gördüğüm bir şey daha var; ölülerimizle, dirilerimizle onlardan çok daha kalabalığız. Bu kırılma, gerçek bir başlangıç olmalı artık hepimizin hayatında. Başka bir yolu yok. Bu enkazdan hep birlikte çıkabiliriz. “Bir olan, biricik olan tek şey Hayat!” diye haykırarak. Ve o biricik hayatı elimizden alan bütün katillerden hesap sorarak.