‘Suzy Storck’ oyunu ile tanınan Reyhan Özdilek, dünyanın en önemli tiyatro festivallerinden Avignon’da sahneye çıktı. Özdilek, Türkiye’deki ataerkil sistemin kadınları hemen her alanda savaşmak zorunda bıraktığını söylüyor.

Kadın her alanda savaşmak zorunda
Fotoğraf: Can Sarıçoban

Emrah Kolukısa

Reyhan Özdilek farklı biri. Onu televizyon ekranlarında görmüyorsunuz örneğin. Kendisine sorduğunuzda ‘Bilinçli bir tercih değil’ diyor ama tiyatroyu önceleyen, sahnede var olmayı diğer her şeyden kıymetli gören Özdilek, elbette tercihlerinin onu buraya getirdiğinin de farkında. ‘Suzy Storck’ ile iki sezon boyunca Moda Sahnesi’nin çatısı altında sahneye çıkan genç oyuncu, şu günlerde Fransa’da düzenlenen tiyatro festivali Avignon’da oynadığı oyunla gündemde. Tiyatroya Galatasaray Lisesi’nde başlayan ve ilmek ilmek kendine sağlam bir kariyer inşa eden Özdilek ile hem son oyununu hem de Türkiye’de yaşamanın nasıl bir şey olduğunu konuştuk.

***

Avignon’da sergilediğiniz gösterinin çıkış noktası ne oldu? Kimin ya da kimlerin yaratıcı çabasının ürünü ve tabii sen ne zaman, nasıl bu projeye dahil oldun?

Ben Compagnie Kontamine 2014 yılında ilk kurulduğundan beri ekibe dahilim. Dansçı ve koreograf Emmanuelle Jay ile, onun Cenevre Opera ve Balesi’nde çalıştığı dönemde tanışıp arkadaş olmuştuk, sanırım 2007 ya da 2008 yılıydı. Daha sonra Manue (Emmanuelle) ve Momo (Muhammed Kuadri-Sameut) beraber bir dans tiyatrosu topluluğu kurmak istediklerini ve benimle çalışmak istediklerini söylediler ve böylece Compagnie Kontamine kurulmuş oldu ve beraber çalışmaya başladık. Seneler içinde çalıştığımız yeni oyunlarla ekibe yeni dansçı arkadaşlarımız, ışık ve ses tasarımcımız dahil oldular. 

Avignon’da oynadığımız oyun “La Blonde Et L’Arabe’ın çıkış noktası, insan hakları, ayrımcılık, apartheid ve benzeri konular üzerine projeler gerçekleştiren israil asıllı fransız belgesel film yönetmeni Yolande Zauberman’ın 2011 yılında İsrail’de çekmiş olduğu “Would You Have Sex with An Arab?” isimli belgesel filmi oldu. Emmanuelle Jay ve Muhammed Kouadri-Sameut koreograflarımız, aynı zamanda oyunda dansçı olarak yer alıyorlar. Bunun yanında Anne Cordary ve Paul Upali Gouello yine projede yer alan dansçılar. Oyunun müzikleri ve ses tasarımı Darryl O’Donovan’a, ışıl tasarımı ise Blaise Jacquemin’a ait.

Nasıl bir oyun ‘Le Bel Amour’? Biraz anlatman gerekse…?

Kaderin cilvesi olsa gerek ya da eşyanın tabiatı diyelim -oyunun meselesini size biraz daha açınca daha iyi anlayacaksınız- “La Blonde Et L’Arabe” yani “Sarışın Ve Arap” ismi, söylemesi bile gülünç geliyor şu an fakat, Avrupa’da dahi mesafe yarattı tiyatro programatörleri ile bizim aramızda, “Sarışın ve Arap” kelimeleri bir arada insanlara bir garip geldi demek ki. Dolayısıyla sırf programda yer alabilmek adına oyuna ikinci bir isim eklemek gerekti “Le Bel Amour” yani “Güzel Aşk”. 

Biraz oyunun esinlenmiş olduğu filmden bahsetmem gerekir tabii. Filmin yönetmeni Zauberman, aslında başka bir filmin çekimi için İsrail’de bulunmaktadır fakat bu filmin çekimleri için gerekli izinleri bir türlü alamamıştır. Bunun üzerine aklında olan başka bir konuya, tamamen doğaçlama olarak gerçekleştirebileceği bir fikir ile devam eder. Gittiği mekanlarda karşılaştığı insanlara elinde bir kamera ile “Would You Have Sex With an Arab?” Yani “Bir Arapla Seks Yapar mıydın?” sorusunu sorar ve aldığı yanıtlar üzerine bu film  gerçekleşir. Biraz açmak gerekirse, İsrail’de, duvarın ardından İsrail topraklarında kalmış olan ve halen orada yaşayan Filistin asıllı müslüman Araplar ve İsrailliler arasında, sosyalleşme, aşk, duygusal ya da tensel ilişkiler yaşama konusunu ele alıyor yönetmen. Bir mekanda, sözümona “düşman” iki halkın, bir araya geldikleri zamanlarda ortaya çıkan “aşk”, birinin israilli diğerinin filistinli olduklarını öğrendiklerinde ne oluyor? Yok mu oluyor, arzulara dur denilebiliyor mu? Her iki halk arasında hangi kesimden, kimler, ne kadar bu düşmanlığa inanıyor? Bu halklar politik olarak nasıl ayrıştırılıyor, yönetmen bu filminde bunu araştırıyor. Ekibimizin koreografları, Emmanuelle ve Muhammed, biri Fransız diğeri Cezayirli bir Arap ve sevgililer. Dolayısıyla onların kendi özel hayatlarında maruz kaldıkları eleştirileri, benim Türk bir sanatçı olarak kendi ülkemde ayrı yurtdışında yaşadığım tezatlar, bunun haricinde filmde de konusu olan farklı cinsel yönelimlerin toplum içinde ne yazık ki bulmakta zorlandığı saygı, hatta daha da ötesi maruz kalınan şiddeti, bütün bunları bir araya getirerek oluşturduğumuz bir proje oldu. 

İzleyicinin tepkisi nasıl oldu? Oyun sonrasına dair gözlemlerin neler?

Biz “La Blonde Et L’Arabe”ı 2017’den beri bize sunulan çeşitli sanatçı rezidansları boyunca çalışarak ortaya çıkardık. Her rezidans sonunda ise her yaştan toplumun her kesiminden seyircilere oyunun çalıştığımız kadarının sunumunu yaptık yani oynadık ve oyun sonrasında seyricilerimizle sohbet etmek imkanı bulduk. Her seferinde çok büyük ilgi ile karşılandı ve oyun sonrası söyleşilerde söz alarak bu konuya dair kendi deneyimlerini paylaştılar. Avignon’da oyun sonrası böyle bir söyleşi imkanı olamadı fakat sahne sanatlarının da büyüsü bu, seyircinin enerjisini ilgisini, nasıl bir duygu birliği kurulduğunu hissedebiliyorsun sahnedeyken. Sonunda hemfikir olunan hep bir şey vardı, o da sevgi ve aşkın her şeyin ötesinde ve ket vurulamayacak bir şey olduğu ve özgürce yaşanması ve bunun mücadelesinin verilmesi gerektiğiydi.

Avignon gibi son derece prestijli bir platformda sahne almak nasıl bir duyguydu senin için?

Çok heyecan vericiydi. Sahne aldığımız Théâtre de l’Oulle bize “La Blonde Et L’Arabe” için daha önce rezidans sağlamıştı ve iki hafta bu sahneden çalışmıştık. Sonrasında desteklerine devam ettiler ve bize festival programlarında yer verdiler. Dediğin gibi, Avignon çok prestijli bir tiyatro festivali ve orada bulunmak ve hele de uzun zamandır böylesine emek verdiğin ve gerçekten söyleyecek bir sözü, böylesine bir derdi olan bir proje ile orda seyirci ile buluşmak bir oyuncu olarak bana çok iyi hissettirdi. Bunun yanında, mesleğimi dünyaca ünlü bir festivalde uluslararası bir proje dahilinde sahneye çıkarak icra ediyor olmanın mutluluğunu yaşadım. Verdiğin emeklerin bir şekilde karşılığını bulması umut verici ve teşvik edici.

İki sezondur ‘Suzy Storck’ ile sahnedeydin. Artık bitti mi o macera, yoksa oynamaya devam edecek misin?

Suzy Storck Fransız yazar Magali Mougel’in yazdığı çok çok güzel bir metin, fransızcadan çevirisi de bana ait. Dolayısıyla metinle çok içli dışlı ayrı bir bağım var. Kemal Aydoğan da ustaca sahneye koydu, oyun arkadaşlarım Aybanu Aykut, Mert Şişmanlar, Çağlar Yalçınkaya ve bütün teknik ekibimizin güzel emekleriyle ve çok güzel geçen bir prova sürecinin sonunda 2021-2022 sezonunu Suzy Storck ile açmıştık Moda Sahnesi’nde. Hakkını vermek gerekir, dayatılan toplumsal cinsiyet rolleri üzerine muazzam bir iş oldu ve izleyen herkesin gerçekten çok beğendi. Fakat gel gör ki ülkenin içinde bulunduğu hem ekonomik hem de ruhsal durum, insanların tiyatroya ayırdığı bütçeyi de azalttı, bu yöndeki tercihlerini de. Geçim sıkıntısına düşen tiyatroya gitmedi, giden ise toplumsal meselelerle derdine dert katmak yerine belki de biraz gülüp eğlenmek istediler. Açıkçası tam nedenini ben de bilmiyorum ama devam ettirecek yeterli seyirci kitlesine ulaşmakta artık zorlanıyoruz. Bu yüzden Suzy Storck gelecek sezonda devam etmeyecek. Yeni oyunlarla izleyici ile buluşacağız. Fakat Suzy'ye dair benim bazı başka hayallerim, var umarım gerçekleştirebilirim ve bunları da konuşuruz ilerleyen zamanlarda.

’Le Bel Amour’u İstanbul’da da izleyebilecek miyiz?

Evet. “La Blonde Et L’Arabe, Le Bel Amour” Fringe Istanbul kapsamında 19 Eylül saat 21:00’de Enka Sanat Merkezi’nde açık havada Türkiye izleyicisiyle buluşacak. Bekleriz.

‘KALMAK DİRENMEK DEMEK’

Yurt dışında da sahneye çıkmış bir oyuncu olarak ve seçimler sonrası memlekette oluşan ‘terk edip gitme’ duygusunun da arttığının gözlendiğini unutmadan, hiç başka bir ülkede yaşamına devam etmek gibi bir düşünce doğdu mu içinde?

Son zamanlarda bana en çok sorulan soru bu olabilir: “Neden gitmiyorsun?” Bunun yanında çevremde son zamanlarda en çok konuşulan şey de ülkenin içinde bulunduğu durum yüzünden yurtdışında yeni bir hayat kurma meselesi. Son zamanlarda o kadar çok arkadaşım ve tanıdığım bunu yaptı ki… Daha dün çok sevdiğim müzisyen bir arkadaşım, ailesi ile birlikte İngiltere'ye yerleşmeye karar verdiklerini söyledi ve benim de gitmemin benim için iyi olacağını ısrarla söyledi.Tabii ben de zaman zaman bu soruyu kendime soruyorum. Eğitimimi Fransa’da tamamladım, Fransa’ya giderken hiç orada kalma fikri olmadan oraya gittim ve kolaylıkla orda kalabilecekken okulum biter bitmez geri döndüm. O zamandan bu zamana çok şey değişti tabii. Şartlar gittikçe daralan ve bizi her anlamda boğmakta olan bir çembere, kelepçeye dönüştü. Bilmiyorum, herkesin gitme ve kalma motivasyonları farklı olabilir. Ama ben sanırım gitmek “zorunda kalmayı” kendime yediremiyorum. Sevdiklerim, ailem, hayatım, geçmişim beni ben yapan en fazla şey burdayken, her şeyi bırakıp gitmek “zorunda kalmayı” hazmedemiyorum. Ve o yüzden de şimdiye dek burda kalmakta ayak direttim. Sonuç olarak gördüğüm şey ise, benim işimde, mesleğimde bu ülkeye katabileceğim değer, devlet nezdinde bir karşılık bulmuyor. Bana ihtiyacı yok gibi davranıyor. Tiyatro örneğin. Benim çalıştığım tiyatro, yaptığım işler, devlet desteği görmüyor. Dahası önüne engeller konuyor. Kamusal hizmet veren yerler olarak değil ticarethane olarak görülüp üzerine anlamsız vergiler ile sürdürülmesi daha da imkansız hale getiriliyor. Yani gördüm ki bu yönetimin bana ihtiyacı yok. Beni burda tutan şey sevdiklerimin yanında, aynı fikri paylaştığım, bu fikirlerle beraber üretebildiğim insanlar. Çünkü kalmayı tercih ediyorsam direnmeyi ve mücadele etmeyi de seçmiş olduğum anlamına geliyor ve bunu beraber yapıyoruz. Nereye ne zamana kadar bunu sürdürebilirim ben de bilmiyorum, ama hala burdayım, daha yeni işler var onları gerçekleştireceğiz. Zaman gösterecek gidişatı.

‘CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ HEPİMİZİN DERDİ’

Bir kadının, hem de sahne üstünde var olmaya çalışan genç bir kadının Türkiye’de karşılaştığı zorluklar nedir senin gözlemlerine göre?

Türkiye’de veya dünyada, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair dert aynı. Çünkü içinde yaşadığımız sistem tüm referanslarını ataerkiden alan ve bundan beslenen bir sistem. Bunun üzerine kurulu ve kadınların bu sistemde yaşadığı zorluklar da doğal olarak birbirine benzer. Sonuçta, dozu, şiddeti, hissedilirliği belki nerede bulunduğuna göre bir nebze değişse de bu her yerde mevcut. Tiyatro ve sahne sanatlarında da dolayısıyla. Toplumsal cinsiyet konusunda aydın ve duyarlı olması beklenen ya da bu yönde bir temennimiz olan bir ortamda bile yaşanan bir şey. Hikaye anlatımında dramaturji çok önemlidir. Aynı hikayeyi bambaşka bakış açılarından anlatabilirsiniz. Kadınları aşağılıyor gibi görünüp, aslında ironik bir şekilde ataerkiyi eleştirecek olan oyunun, sonunda yaratıcıları ya da icracıları tarafından hiç  anlaşılmayarak oldukça mizojin bir öyküye dönüştüğü işler gördük. Feminist bakışlı bir oyunda cinsiyetçiliğe ve üstüne mobbing’e maruz kalan kadın arkadaşlarım var örneğin. Bu gibi işlerde yer alan kadınların hem sahnede pratikte hem de zihinlerinde maruz kaldıkları şeyleri bir hayal edin. Tüm enerjinizi hem sahnede bir yaratım sürecinde, işini en iyi şekilde yapmaya çalışırken bir de bununla mücadele etmek, hava kaçıran bir balon gibi, havaya yükselmenizi engelliyor. Hep bir savaş vermek zorunda kalıyor kadın. Bu savaşı vermeyip uyum sağladığında ise içten öfke patlamaları yaşarsın, neden bu duruma düştüğünü, buna izin verdiğini sorgulayıp. Bundan bahsetmek bile tabu çoğu zaman. Duygusal manipülasyon da cabası. Kendimi şanslı hissediyorum, ben böyle bir ortamda çalışmıyorum. Fakat aynı işi yaptığım tüm kadın arkadaşlarımın maruz kaldığı bu şeyler tabii ki benim de derdim. Hepimizin öyle olmalı. 

‘SANAT YOK EDİLİYOR’

Festivaller, konserler yasaklanıyor, İstanbul Sözleşmesi zaten çoktan rafa kalktı, seçilmiş bir milletvekili 2 aydır hapiste tutuluyor, vergiler (tiyatrodan alınan KDV de arttı), zamlar gırla… Seni en çok zorlayan ne bunların içinde?

Hepsi birden ve çok şiddetli bir şekilde her gün üstüme üstüme geliyor, eziyor ve boğuyor. Pandemi öncesinden konuyu ele alacak olursak, Türkiye’de tiyatro yapmak, sadece tiyatro yapmayı seçerek yaşamak, devlet destekli, ödenekli bir tiyatroda çalışmadığınız sürece zaten çok zor hatta imkansızdı. Gelişmiş ülkelerdeki “aralıklı sahne sanatları çalışanı” statüsü gibi bir oluşumun ülkemizde olmaması, bu alanda çalışanların haklarını ve emeklerini hiçe saymak oluyor. Vahşi doğada hayatta kalma mücadelesi gibi. Pandemi süreci ile bunu daha da ciddi bir şekilde gördük. Sahneler kapandı, özel tiyatrolar çok zor durumda kaldılar, çoğu kapandı, bir çoğu büyük borç işinde hala. Hele de muhalif işler yapan bir tiyatroysanız, Moda Sahnesi örneği gibi, hakkınız olan yapım desteğini bile alamıyorsunuz. Yandaşsanız ne ala. Pandemiden beri bir müzik yasağı var, anlaşılır gibi değil. Ülkede sanat ve kültüre dair ne varsa yok edilmekte. Korkunç yıpratıcı bir seçim süreci yaşadık. Hepimizi derinden sarsan depremin yıkıcı etkisi altındaydık tüm bu süreç içinde de. Milli irade denildi duruldu, halkın seçtiği milletvekili Can Atalay hala hapiste tutuluyor. Hukuki yozlaşmanın zirvesindeyiz ve korkum işlerin daha da kötüleşeceği yönünde. Çok daha öncesinden beri yakamızı bırakmayan ekonomik krizden bahsetmiyorum bile. Bu ekonomik kriz insanları eve yemek götürme derdine düşürmüşken, kültür sanata insanların ayırabildiği bütçe zaten minimuma inmişken yani sanat üreticilerinin geliri zaten neredeyse yok olmuşken vergilerinin artırılması, en iyi tabirle, bile isteye onları yok etmeye teşebbüstür. Tüm bunlar olurken her şeye rağmen işimi en iyi şekilde yapmaya çalışsam da, ülkenin gidişatına dair kaygılar herkes gibi tüm yaşam şevkimi aşağı çekiyor. Bu noktadayken, yine üreterek bu ruh halinden sıyrılmaya çalışıyorum.

TV dizilerinde çok görmüyoruz seni, neden?

Evet şimdiye dek bir tv dizisinde yer almadım. Buna karşı olduğumdan değil. Nedenini ben de bilmiyorum :) Konuştuklarımızdan olabilir mi?

Yeni projelerinden de bahsedelim biraz. Sinema ya da tiyatro, neler var önümüzdeki süreçte?

Bu yıl Moda Sahnesi’nde fransız yazar Joel Pommerat’nın yazmış olduğu 'İki Kore’nin Birleşmesi' adlı oyun ile sezonu açacağız. Kemal Aydoğan yönetiyor. Oyuncular olarak ben, Damla Pehlevan, Melek Ceylan, Asiye Dinçsoy, Neriman Uğur, Levent Tülek ve Sedat Kalkavan sahnede olacağız. Işık tasarımını İrfan Varlı, sahne ve dekor tasarımını Bengi Günay üstlenecek, müzikler de Damla Pehlevan’ın düzenlemeleri olacak. Ayrıca, daha önce de belirttiğim gibi, 'Suzy Storck'un Türkçeye çevirisi bana ait. Yine Magali Mougel'in yazdığı ve yine benim çevirmiş olduğum 'Erwin Motors, Bir Adanmışlık Öyküsü', oyunu ile birlikte sonbahara doğru Habitus yayınevi tarafından basılmış olacak. Oyunu kaçıranlara duyurulur, metni alıp okuyabilirler. Her iki oyun da gerçekten metin olarak da ustaca yazılmış metinler. Bunun yanında Compagnie Kontamine ile Suriyeli sanatçı Amal Al Atrache üzerine “Amal” adlı yeni bir proje üzerine çalışmaya başladık. Bu da güzel bir yolculuk olacak. Sinemaya dair şu an netleşmiş bir proje yok fakat olduğunda izleyicilerimizle paylaşmaktan mutluluk duyarım.