Sirkeci tramvay durağında bekliyorum. Beyazıt’a gitmek için.

Sirkeci tramvay durağında bekliyorum. Beyazıt’a gitmek için. Gençliğin en güzel günlerinin geçtiği kampüse, okula, fakülteye. Gözaltına alınmadan altından geçmek için binlerce çeşit numaraya başvurmak zorunda kaldığımız o büyük kapı. Eski Harbiye Nezareti binasının üniversite olarak kullanılmasını hep ironik bulmuşumdur. Belki de rektörlerin çoğu ya mesleki deformasyon yüzünden cerrah ya da binanın etkisiyle komutan edasıyla yaklaşırlardı belki öğrencilere. Hah! Nerdeyse anılarımı anlatmaya başlayacağım. Eve işte tam da bu anılar yüzünden. Efendim fakülteye tahsilata gidiyorum. Fakültede geçen yıl ve ondan önceki yıl “dışarıdan” ders verdim. Bu “dışarıdan” meselesi hırpalıyor biraz beni. Heheeyt! diyorum “ben 94 den bu yana oradayım. Benden daha uzun süredir orada olan hoca sayısı kaç?.” Tüm amfilerini, forum alanlarını, afiş asılacak mekânlarını bilirim. Hangi kapıdan ne zaman girersen gözaltına alınmazsın bilirim. Ne zaman kapıdan höykürerek çıkmak gerekir, ne zaman küçük bir sesle anlatmak gerekir bilirim. Sahnelerine çıkmışlığım, esnaf kepenginden dekor yapmışlığım, bu yüzden sivillerle kapışmışlığım, konferans salonun tiyatro salonu yapmak için boyamışlığım, alt koridorunda volta atmışlığım, saçmalamışlığım ve doğruları haykırmışlığım vardır. Kapısının önünde bıçaklanmış arkadaşlarımın kanı vardır. Kafasına cop yemeyen yok gibidir bizim kuşaktan. Dönüp o zamana bakıp gene olsa gene yaparım derim ben. Bunları hep di’li geçmiş zamanla anlatmak lazım belki. Zira burada bir de “hoca” olarak ders vermişliğim vardır. Belki sırf bu yaşadıklarım yüzden burada bir minnet borcudur bu fakültede, anfilerinden çok koridorlarında hayatı öğrendiğimiz bu yerde ders vermek. Yoksa verdikleri para ile aylık akbilinizi dolduramazsınız. Üstelik özelleştirdikleri yemekhanede yemek yemek için verecekleri karta da 20 lira isterler. Boğaz tokluğuna bile değil yani. İşte şimdi işte o parayı tahsilata gidiyorum. İş inada bindi. Elli kuruş olsa pire için yorgan yakacağım. Gidip gelip on katını harcayıp “hakkımı” alacağım. Bir de benden başka bu işi yapanlar da var, yani dışarıdan ders veren doktora ya da master öğrencileri başka başka üniversitelerde. “Fırsat” adı altında sunuluyor bu “istihdam “imkanı”. Sudan ucuz kalifiye emek. Aylarca çalışıp, yüzlerce kağıt okuyup asgari ücret bile alamayan ve hayatlarını sürdürmek, üstelik bir de bilim yapmak zorunda olan insanlar. Biz. Sayımızın artması, hepimiz için istihdamın mümkün olmayışı, düşüş halimiz, kendi sınıfımız üzerine düşünüyorum tramvay durağında.

Düşünürken bir kadın yaklaşıyor yanıma tramvay durağında. Saati soruyor önce, sonra havadan sudan konuşuyoruz. Sonra tüm düşüncelerimi duymuş gibi, birden “iş aramaya görüşmeye geldim buraya” diyor. Bir otelde temizlikçilik yapmak için başvurmuş. “sen şişmansın” demişler. İşe almamışlar.”biz daha zayıf birini alacağız, daha genç birini” kahır içinde kadın, belli ki bu işe gerçekten çok ihtiyacı var. “İnsanı aşağılıyorlar” diyor, “insanın namusuyla çalışıp hayatını kazanmasına fırsat vermiyorlar, oysa çalıştım ben temizlik şirketinde. Hiç sorun çıkmadı” diyor. “Allah aşkına ben o kadar şişman mıyım?” diyor. “Bence değilsin” diyorum, asgari memleketim ölçüleri, iki çocuk annesi bir kadın. Ayrımcılığa uğramış olmanın kahrı içinde konuşuyor. “Önce çalıştığım şirket taşerondu” diyor. “Ben girdim, 22 gün sonra ana firma sözleşmesini feshetti.” Taşeron lafını duyar duymaz cinlerim tepeme üşüşüyor benim. Kırmızı bez görmüş boğaya dönüşüyorum. Hiç sorumluluğu yokmuş gibi o ana firmanın anlaşmayı feshediyor istediği gibi ve çalışanlar ortada kalıyor. Tam arzu ettikleri gibi. Gayet esnek(!). Mevzu derinleşiyor kadın konuştukça. “16 yaşında sevmediğim bir adamla evlendirildim” diyor. “Herhalde sevdiği biriyle evlenmek güzel bir şey olurdu. 2 çocuğum var. Ben çocukluğumu yaşamadım ama” diyor. “Çocukken evlendirildim işte.Kadın olmak çok zor. Sonunda boşandım. Şimdi kocam yok benim evde” diyor sesini alçaltıp. Belli ki kendini bun kez de “dul” diye damgalayacak gözlerden, kulaklardan çekiniyor. “Ben, bir de çocuklar var, ev kira ev sahibi zaten kira gecikti diye çıkın demeye başladı. Çalışmam lazım” diyor. Çaresizliğin somut hali konuşuyor karşınızda. “Telefonun alayım” diyorum. “Bir iş olanağı olursa ararım.” Ev telefonun veriyor. “Gündüz arama ama” diyor. “İş aramaya çıkıyorum, akşam ara. Adım diyor “münevver””. Velhasıl biz iki “münevver” ayrılıyoruz üniversite durağında. Bir araya gelmeyen diğer münevverler gibi. Ayrı yönlere gidiyoruz. O evine, ben de evime. İşin gerçeği şu ki günü sonunda gerçek münevver iş bulamamış, ben de tahsilat yapamamış olacağız.. Kadın olmak zor diyoruz. Bir de yüz gündür Paşabahçe Devlet Hastanesi’nin önünde direnen başka bir münevver var. Diğer bir taşeron işçisi Türkan Albayrak. Bu hafta bir sonuç yok evet: önümüz kış, ve kadın olmak zor.