Hayatı ören, var eden kadınların türkülerini dinlediğimizde bütün Anadolu’yu dinlemiş oluruz aslında. Bir yanıyla, yaşadıkları karşısında güçsüz bırakılan kadının yakarışı, isyanı, çığlığıdır türküler

Kadının yakarışı, çığlığı, isyanı: Türkülerimiz

HATİCE BÜLBÜL

Türkülerin künyesinde kaynak kişi, derleyen olarak genellikle erkekler yer alsa da, aslında bu türkülerin çoğunu kadınlar yakmıştır ve onlarda kadının sesi, kadının kendisi vardır. Sevda, ayrılık acısı, hasret dolu seslenişlerin yanısıra, daha çocuk denilecek yaşta evlendirilen, canına kıyılan, şiddet gören, evde, bağda, bahçede hiç durmadan çalışan, namus bahanesiyle canına kıyılan, dövülen, horlanan, üstüne kuma getirilen kadınların hikâyesi de yer alır türkülerde. Tüm gerçekliğiyle, ana dilin tüm duruluğuyla yakılan bu türküler, hem onların hikâyelerini anlatır, hem de birbirini hiç tanımayan kadınları buluşturur bu coğrafyada.

Hayatı da ören, var eden kadınların türkülerini dinlediğimizde bütün Anadolu’yu dinlemiş oluruz aslında. Bir yanıyla, yaşadıkları karşısında güçsüz bırakılan kadının yakarışı, isyanı, çığlığıdır türküler.

Aşk ve sevda türküleri ön plana çıksa da türkülerde hayata dair her ayrıntı vardır. Ninnilerle başlar bu yolculuk… Kadının çocuğuna, kendisine, eşine dair isteklerinin, özlemlerinin yer aldığı ilk türkülerdir ninniler. Bitlis yöresine ait türkünün bir yerinde şöyle bir gelecek kurar oğluna kadın: “Hop hopun olsun oğlum/ Gül topun olsun oğlum/ Sıralı Gavak dibinde / Toyluğun olsun oğlum.”

Kız-erkek fark etmez, sağlıklı olsun, sağlıklı doğsun yeter ki dense de, Anadolu’da, bazı evlerde erkek çocuğun özel bir yeri vardır. O, soyu devam ettiren, baba ocağını tüttüren olarak görülür. O yüzden, bu evlerde yetişen, kız çocuklarının içinde hep bir hüzün olmuştur daha az sevildiğini düşündüren. Ve bu hüzün, gelin olup gideceği zamanlarda daha bir artar. Özellikle kına gecelerinde, evden ayrılmanın üzüntüsüne, acısına; anaya, ataya sitem de karışır bazen. Der ki bir Dersim türküsünde: “Anam Yoğurdunu Ayran Eylesin / Çıksın Yüce Dağ Başına Seyran Eylesin / Anamın Oğlu Var Beni Neylesin.”

Günümüzde “çocuk gelinler” olarak adlandırılan kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi geçmişte daha fazlaydı. Başlık parası için daha çocuk denilecek yaşta istemediği birine verilen kadınların çığlığıdır Denizli türküsünde yer alan: “Ağ Elime Mor Kınalar Yaktılar/ Kaderim Yok Gurbet Ele Sattılar/ On İki Yaşında Gelin Ettiler/ Ağlar Ağlar Gözyaşımı Silerim “

Gurbete gelin gitmek değildi kadının yaşadığı tek sıkıntı. Gittiği yerde gördüğü eziyet, baskı, şiddet de yansımıştır türkülere. Günümüzde de sıkça okuyor, izliyor, duyuyoruz bu tür haberleri. Hep bir neden bulur erkek, kadına şiddet uygulamak, onu susturmak, sindirmek için. Bazen de kadın olur canına kıyan ya da kıymak zorunda bırakılan. Ayşe Gelin’in yaşadığı da budur. Nevşehir-Ürgüp türküsünde dile getirildiği gibi kayınbabasından gördüğü şiddet canına tak eder ve atar kendini sulara: “Kara Çadır Eğmeyinen / Göğsü Sedef Düğmeyinen / Adam Kendini Sele mi Atar / Kayınbaba Döğmeyinen”

Anne, baba, eş, kayınpeder, kaynana… Üzerinde söz sahibi olanı çoktur kadının. Onun nasıl yaşayacağını, nasıl davranacağını başkaları belirler hep. Evlattır, ana-babaya karşı sorumludur, yardır sevdiğinin namusudur, eştir çocuk doğurmakla, özellikle de erkek çocuk doğurmakla yükümlüdür, anadır, gelindir, çocuğunun, kaynanasının, kayınbabasının yükü ondadır… Kadın, evde, tarlada, bağda, bahçede hep işlenir, hep çalışır. Köy hayatına, tarla, bahçe işine, hele burçak yolmaya alışık olmayan, ama severek, isteyerek evlendiği için de baba evine geri dönmeyi göze alamayan gelinin intizarı yer alır Tokat-Sivas yöresine ait bir türküde: “Sabahtan Kalktım Ki Ezan Sesi Var / Ezan Sesi Değil Burçak Yası Var / Bakın Şu Adamın Kaç Tarlası Var / Aman Kızlar Ne Zorumuş Burçak Yolması / Burçak Tarlasında Gelin Olması”

Kadının türkülerde en çok dile getirdiği, çığlığı, yakarışı olan konulardan biri de çocuktur. Evlenmiş, gittiği evde ondan ilk beklenenlerden biri soyun devamı için çocuk doğurması olmuştur. Olmayınca da suçlanmış, bundan kendini sorumlu tutmuştur. Kendini bildi bileli öğretilen budur çünkü. Bir Güneydoğu Anadolu türküsünde olduğu gibi, çocuğu olmayınca, evliyadan, erenden, yaratandan medet umar, bebek diye kucağına aldığı taşa can versin diye: “Aktaş Diye Belediğim / Tülbendime Doladığım / Tanrıdan Dilek Dilediğim / Mevla’m Şu Taşa Bir Can Ver”

Ve savaşlar…Ve kayıplar… Dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, savaşlarda en çok anneler, kadınlar ağlar; en çok anneler, kadınlar yanar. Savaşta yitirdiği evladı canından can, yâri, eşi can yoldaşıdır çünkü. Bu yüzden savaşta yitip gidenlerin ardından ağıt yakanlar da; insanlara barış, dostluk içinde yaşamak için çağrı yapanlar da kadınlar, analardır. “Ana kalbim odlanır” diyerek söze başladığı Azerbaycan mahnısında insanları barışa çağırır kadın: “ Ben anayım bu sesimde/ yerin göğün derdi var/ sulha gelin ey insanlar/ yoksa dünya mahvolur”

“Halkların türkülerini yaratanlar kanunları yapanlardan daha güçlüdür” demiş bir düşünür.

Resmi tarihin tersine, hayata dair gerçek ayrıntıları türkülerde bulmak mümkündür. Türküler, bir toplumun aynası, sosyal belgeleri bir yanlarıyla. Türkülere bir de bu gözle bakarak dinlersek kadının çığlığını, isyanını, yakarışını daha kolay görebiliriz.

Dünyanın farklı ülkelerinde aynı sorunları yaşayan kadınların isyanı, çığlığı olan türkülerin buluşması, barışın, kardeşliğin, bir arada yaşama kültürünün de aracısı olacaktır.